Bloxoo da günün bloğu oldum.. Sonunda:))
mehbupcum haber vermiş sağolsun. Günün bloğu olmanın güzelliği ayrı bir yana bunu seni takip eden arkadaşlarından öğrenmek de ayrı bir mutluluk.
Tek üzüldüğüm yanı blogumun resmninin güncellenememiş olması ama o kadarcıkta olsun artık:))
Kutlayan, takip eden herkese çook teşekkürler.
Bir de zuzucuğuma beni blog açmaya zorladığı, ikna ettiği için...




















BELKİ
Herkesin uyuduğu saatte uyuyamadım bile
Uyku tutmadı.
Yüzüme sürdüğün elin...sıcaklığı hala duruyor yanağımda desem,
Durmaz!
Çok gözyaşı aktı üstüne
O ellerin üşüdü mü bensiz desem, Üşümez!
Kim bilir kimi ısıtır yine?
Ne acı bu hayat
Bana kalsaydı sıcaklığın...?
Başka biri ısıtsa desem,
Belki! ! ! ! unuturum seni.
Herhangi biri, herhangi bir yer olsa,
Belki! ! ! uyuturum beni OLMUYOR, OLMADI! !
Kaçtığım kadar yakalandım
BU GECE YİNE UYKU TUTMADI...

Ceyhun Yılmaz


Besbelli değişiyordu... Var olan şeyler aynı kalsada, senin gördüğün başkalaşabiliyordu.


Bazen mantıklı olmak
dünyadaki en mantıksız şeydir.





Sevdiğin birinden ayrılınca zamanla acın geçer derler ya, o yalan. Bazen geçmiyor, bir gram bile azalmıyor, ilk gününde nasılsa öyle kalıyor. Kocaman bir delik kalbinin orta yerinde duruyor ve sen onunla yaşayıp gidiyorsun...



Sorun doğru insanı bulmak değil,
Aynı zamanda da onun içinde doğru insan olmaktı.



Her şeye baştan başlamak için çok geçti,
Ve insanı yaşlı yapan da buydu.



Ne konuşacaklarını biliyordu, neler söyleyeceğini tahmin etmek için alim olmaya gerek yoktu. "Affet, çok pişman, perişan oldu, hata yaptığını biliyor, seni çok seviyor." Aldatılan herkesin ezbere bildiği kalıplardı bunlar, ha bide şu vardı: Herkes ikinci bir şansı hak eder.
.....
Bir şey değişmeyecekti ki. O artık o gibi gelmiyor, başkası oldu sanki. Üstelik ona ikinci bir şans vermektense, başka birine ilk şansı vermeyi tercih ederim!



Ayrılıklarla baş edilebilirdi.
Ama anılar başa bela oluyordu.



İnsanın beklenmedik bir şekilde kendisiyle karşılaşması,
Karanlıkta bir yabancıyla karşılaşmasından daha ürkütücüydü.



"Ah kelimeler... Ve onlara inanmanın saadeti..."



Çocukken dünya kocaman bir oyun bahçesiydi ve senindi. Bilinmezdi, heyecanlıydı ve hayal kurabildiğin ölçüde sana aitti. Geleceği bilmiyordun ama onu gönlünce şekillendirebileceğine inancın vardı. Her şey ama her şey bir ihtimaldi. Dünyayı güzel kılan bu ihtimallerdi. Her filmde yeni biri olabilirdin, her kitapta başka bir ömür sürebilirdin. Zengin, ünlü, astronot, veteriner, doktor, mutlu, prenses, başbakan, gizli ajan, ressam, rock yıldızı, futbolcu, hiçbiri imkansız ya da uzak değildi.
Yaşlanmak ise ihtimallerin azalmasıydı. Sahip olamayacağını bilerek bakmaktı etrafa, geçmiş olsun demekti. Asla o kitaptaki adam ya da kadın olamazdın artık. "Sınırlı mutluluklar dönemine hoşş geldiniz" yazan görünmez bir tabelanın altından geçerdin! "Gerçekler dünyasına hoş geldiniz! Yetinmeyi öğrendiniz mi, öğrenmeniz gereken tek şeyi?"

Yazdım...
Bitti!

Öğlen saatleriydi.
Restoran denize bakıyordu.
Kim bilir kaç yıldır, bıkıp usanmadan denize bakıyordu.
Bir insan, o restoran gibi, öyle uzun uzun bakabilir mi denize? Delirmeden?
Masadaki kadın az sonra öyle bakacaktı işte denize.

O gün kadının deliler dibi denize baktığı o gün, bir yemeğin nasıl piç edilebileceğini ve bir insanın hayal kırıklığından nasıl böyle kaskatı kesilebileceğini gözlerimle gördüm.

Bir kere, pirzolanın yanına şarap söylemişlerdi. Ayrılmamak üzere buluşmadıkları belliydi. Evet, bazen ayrılıklarada eşlik edebilir şarap ama bu öyle değildi. Yemeğin sonunda hayal kırıklığını arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktı.

Kadın iyi giyinmişti. Sonradan bana en çok dokunanlardan biri bu oldu. O acıklı şarap şişesinden bile daha çok dokundu. "Hiç beklemiyordu heralde," diye düşündüm. Ama sonra daha çok düşündüm ve "Yok, hayır," dedim, "Beklememkten daha acıklı bir şey vardı giyiminde kuşamında. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun farkındaydı ama halledebileceklerini düşünüyordu. Bu inançla giyinmişti öyle. Harcanacağının farkında değildi. Sevildiğini sanıyordu daha."

Sonra o an geldi. Her şeyi şaşırtıcı bir berraklıkla işitip kaçacak delik aradığım an.
Bakmıyordum artık. Başımı önüme eğmiş, tabağımdaki yeşilliklerle oyalanıyordum. Ama beceremiyordum. O kadar felç edici bir çekimdi. Hatta neredeyse bakmadan görüyordum. Biliyordum, bir şekilde gördüm kadının pes edercesine arkasına yaslandığını.
"Ne istiyorsun?" diye sordu.
"Ayrılmak istiyorum," diye yanıtladı Adam.
Kadın da "Git o zaman," dedi.
Böyle dedi ve yüzünü denize döndü. Bir daha asla ama asla bakmadı Adam'a. Yüzünü denizden bir kere bile çevirmedi.

Hemen ardından öyle sert bir sahne çıkıp geldi ki, hiç evirip çevirmeden, dümdüz söylenmeli: Adam önündeki pirzolaları tek tek sıyırıp kemikleri tabağına dizdi.
Kadın'a "Paran var mı? Hesabı ödeyebilecek misin?" diye sordu ayağa kalkıp.
Kadın yanıtlamadı.
Hayır, yüzünü bile çevirmedi denizden.

Adam gittikten sonra Kadın'ın artık yüzünü çevirip toparlanacağını sandım.
Hayır, kadın adam gittikten sonra da çevirmedi yüzünü.
Garsonlarla bile hiç konuşmadı.
Garsonlar anladı ve onlar da Kadın'la konuşmadı. Hiç konuşmadan kağıt peçeteler bıraktılar önüne. Şarabını yenilediler.
Kadın tam bir saat boyunca denize baktı ve ağladı.
O bir saatin sonunda çok kısa bir telefon görüşmesi yaptı.
"Gelin beni alın," dedi.
Duydum.
On beş dakika içinde birileri geldi.
Bir kadınla bir adam.
Kadın onlarla da konuşmadı.
Ben sandım ki, masadaki öteberisini, çantasını felan gelenler toplar.
Ama öyle olmadı.
Kadın her şeyini kendisi koydu çantasına.
Trençkotunu giyip belini bağladı, aynı kararlılıkla. En sonunda da güneş gözlüğünü çıkarıp taktı.
Hazırlandı yani. Hazırlanarak çıktı o mekandan.
Ve bütün bunları anlatılmaması gereken bir kederle yaptı.

O gün, o uğultu kendi seslerine ayrışana kadar, neredeyse bir buyrukmuşcasına, ben de denize baktım.
Denize bakarken, denize öyle bakınca, insanın her şeyi geride bıraktığı hissine kapıldım.
Kadın bence o gün denize baktı baktı ve hikayesiyle birlikte her şeyini birden geride bıraktı...




Olup biteni değiştirmenin olanaksızlığını bildiren sıcak yaşlar akıyordu...


Görmek istemeyenler kadar kimse kör değildir.



Ömür kısa, acılar uzundur. Hepimiz bu dünyaya birbirimize yardım etmek için geldik
Aslında... Senin adın bile geçmedi...
Ama...
Ben seni hiç unutmadım...






Birini sevmeye beni benden daha iyi kimse ikna edemez, biliyor musun...





Susmak da aşkın yollarından biriymiş. Bunu öğrendim...
Susulmuş çok aşkım yok ama aşktan sustuğum çok hikayem var desem...



Yüzüne bakıp her şeyi unutmayı ve onunla her şeye
yeniden başlamayı beklersin...





Merhamet ederek sevmenin "sevmekle" bir ilgisi olmadığını üzülerek anlıyor sonunda...


Aşk da yazı gibidir
Yok oldu demekle yok olmaz
Öldü demekle ölmez.
Biçim, üslup değiştirir ama ölüp yok olmaz.
Tıpkı yazı gibi, aşktan da vazgeçilmez.



Dip o kadarderin ve esnek bir şey ki, inanamayacaksın.
Hep daha, daha, daha da dip var.
Ve o dip, garip bir esneklikle insanı yukarı fırlatıyor sonunda.






Soru: "Hayatında birisi mi var?"
(alt metin: "Yok değil mi?")
Cevap: "Yok"
Soru: "Ama bana hiç öyle gelmiyor?.."
(Alt metin: "Ya bir daha söyle! Olmadığına ikna et beni!")



Ağlarken, aslında her şeye birden ağlıyoruz...
Ama en çok, emeğe duyduğumuz aşk yüzünden,
emeğe duyulan aşkla ağlıyoruz...



Ne kadar farklı başlasa da,
her aşkın aynı yerde noktalandığına inanıyor insan.



Aşk olasılıksızlarla çıkıp gelir.

















ŞEMSİYE
Tozlu bir şemsiye durur
Çatı katındaki odanın
Kuytu bir köşesinde
Kumaşındaki eski yağmurların
Hüzünlü kokusuyla

Anımsar mısın bilmem
Yağmurun bardaktan
Boşanırcasına yağdığı o günü
Hani şemsiyeyi iyice çekip başımıza
Dudaklarımla hesaplamıştım
Yüz ölçümünü

Nicedir sokağa çıkarmıyorum
Şemsiyeyi
Korkuyorum çünkü
Kapısı açık kafesinden
Uçan bir kanarya gibi
Beni ikinci kez terk etmenden

Yanıt alamayacağımı bilsem bile
Yanına gidip
Sorarım hergün şemsiyeye
Altında elele
Nasıl görünürdük diye
Sunay AKIN



"Her yıl 365 gündür; şubatın 29 çektiği bir yıla rastlamazsak, iki yıl 730 eder. Birden gülümsüyorum. 730 günle 731 arasında ne fark var? Hayır, aynı şey değil fazladan birgün. 24'er saatlik 730 gün çok daha uzun. Kaç saat eder hepsi acaba? Kafamsa bunu hesaplayabilirmiyim? Nasıl yapmalı imkansız gibi geliyor.Yok canım, neden hesaplanmasın. Evet, yapılabilir bu hesap. Bir bakalım. Yüz gün, iki bin dört yüz saat eder. Yediyle çarptın mı, gayet kolay, on altı bin sekiz yüz saat ediyor ve yirmi dört saatlik otuz gün artıyor ki o da yediyüz yirmi saat. Toplam on altı bin sekizyüz, artı yedi yüz yirmi..."



Bir, iki, üç, dört, beş, dönüş.
Bir, iki, üç, dört, beş, dönüş:
"Yürüyorum, durmak yorulmak bilmeden, hırsla yürüyorum, genellikle gevşek olan bacaklarım bugün gergin. Başıma gelenlerden sonra, sanki birşey ezmek ister gibiyim. Ayaklarımla neyi ezebilirim ki? Altımda betondan başka şey yok. Hayır, böyle yürümekle pek çok şeyi ezebiliyorum. Yönetime hoş görünmek için bu kadar alçalabilen doktorun ödlekliğini eziyorum. Başka bir sınıfın acı ve sıkıntılarına kayıtsız kalan bir sınıf insanın kayıtsızlığını eziyorum...
Kim bilir daha neler eziyorum ayaklarımın altında? Ama bütün bu olup bitenlerden sonra herhalde eskisi gibi yürümüyor, her adımda bir şeyler çiğniyorum. Bir, iki, üç, dört, beş... Ve saatler... ağır ağır akıp geçerken, yorgunluk sessiz isyanımı bastırıyor."
Çevresinde olup bitenlerin pek farkında değildi. Karşı fakültenin en gözde erkeğinin kendisini seçtiğini kesinlikle algılayamamıştı mesela. gerçi, bıraksalar genç kız belki de hiç anlamayacaktıı ama bırakmamışlardı. Arkadaşları "Delirmişsin sen!" diyorlardı. "Bu çocuğa "Hayır" denir mi hiç! Seninki de şımarıklık artık!"

Telkinde bulunuyorlardı sürekli. Genç kızı ikna etmek için yanıp tutuşuyorlardı adeta! "Kimin velihatı biliyor musun sen" diye soruyor; İzmir'in yarısının babasının adına tapulu olduğunu,üniversitedeki her iki kızdan birinin genç adamın aşkıyla ölüp bittiğini anlatıyorlardı. Anlayana kadar anlatıyorlardı!

Genç adamda boş durmuyor , genç kıza her gün mektup gönderiyordu. Hemde istisnasız, her gün! Adresini nasıl bulmuştu bilmiyordu. Üstelik üniversite de ikide bir karşısına çıkıp canını sıkmaktansa böyle romantik bir yol seçişi, genç kızın aklını karıştırmıştı.

Görüşmeye başladıklarındaysa aklı daha da karışmıştı: Kendisine prenses payesi biçilmiş, dünyanın bütün olanakları önüne serilmişti adeta. Açılmaz sanılan kapılar açılıyor, ancak filmlerde olur denen şeyler olup bitiyordu. Ve o mektuplar bir gün bile aksamıyordu.

Olmuştu işte; önce arkadaşları, sonrada genç adamın kendisi, o genç adamdan bambaşka bir sevgili yaratmayı başarmışlardı sonunda! Göz göre göre hem de. Çünkü genç adam, genç kızın etkileneceği biri değildi aslında. Ne tarz ne de fizik olarak.

Yine de genç kız kendisini kaptırdığını söyleyemezdi. Üzerine bu kadar düşülmesi yaralarını sarıyordu doğrusu ama oturup da deliler gibi genç adamı düşündüğü yoktu. Hem bundan da başka türlü zevk alıyordu. Acı çekmekten korkuyordu çünkü.

Fakat sonra, topu topu birkaç kez görüşmüşlerken, o çok alıştığı mektuplar tak diye kesiliverdi. Nedense genç kızın içi cız etti ama bozuntuya vermedi hemen. Bekledi.

"Çocuğu yıktım geçtim, hayatını sorgulayıp kendisiyle hesaplaşıyor ve bu yüzden de benden nefret ediyor." diyedüşündü. İlgi beklediğine inandırdı kendini. Ama zaman geçtikçe umudu azalmaya başladı ve mektupsuz geçen üçüncü günün sonunda dayanamayıp sordu, "Ne oldu?" diye. Genç adam hiçte inandırıcı olmayan bissürü şey sıraladı, "Hiç unutur muyum seni!"dedi.
Buna rağmen mektupların sayısı önce beş günde bire, sonra haftada bire, en sonunda da on günde bire düştü. Genç kız "Bitti mi yani? Bu kadar mıydı? Ben bu kadar değersiz miyim?" diye düşünmeye başladı. kendinden kuşkulandı. Sanki düzelmez bir hatası vardı da bir tek kendisi bilmiyordu bunu. Böyle hissetti. Yazgısının terk edilmek olmasından korktu. Aşağıladıkça aşağıladı kendini. Hem de umursamadığı, farkına bile varmadığı bir delikanlı uğruna!

İşte tam o sırada arkadaşları yeniden devreye girdiler. "Zaten var ya, çok saçma bir şeydi! Sen bu yaşadığını bir deneyim olarak kabul etmelisin,"dediler. "Hem onun seni anlayabilmesi mümkün mü? Baba parasıyla caka satan züppenin teki sonuçta. Ayrıca ortada kaybeden biri varsa sen değilsin ki, o!"













BENCE SEN DE ŞİMDİ HERKES GİBİSİN
Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor.
Onlardan kalbime sevda geçmiyor.
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor.
Çünkü bence şimdi herkes gibisin.

Yolunu beklerken daha dün gece.
Kaçıyorum bugün senden gizlice.
Kalbime baktım da işte iyice.
Anladım ki sen de herkes gibisin.
Büsbütün unuttum seni eminim.
Maziye karıştı şimdi yeminim.
Kalbimde senin için yok bile kinim.
Bence sen de şimdi herkes gibisin.
Nazım Hikmet RAN

Bu ara güzel şeyler oluyor... Beğendiğim, takip ettiğim, içinde çok güzel bloglara yer açan (ki artık bende onların içindeyim:)) Maydanoz blogu benim için tanıtım sayfası açmış. Ona burdan çook teşekkür ediyorum.




http://cimcimeblog.blogspot.com/

Bu güzel bloga bu adresten ulaşabilirsiniz.

Artık benim blogumunda bir ödülü var. (Umarım devamı gelir.) Ne yalan söyleyeyim arkadaşlarımda gördüğümde çok imrenmiştim. Sağolsun ortanca (http://ortancaname.blogspot.com/) arkadaşım beni blogunda ödüllendirmiş. Kendisine çook teşekkür ederim beni çok mutlu etti.

Ödülün Kuralları ise şöyleymiş;
*Sizi ödüllendirene teşekkür edin.
*Sizi ödüllendirenin blog linkini yayınlayın
*Ödülün logosunu yayınlayın
*7 Yaratıcı blogeri ödüllendirin.
*7 Bloğun linklerini yayınlayın.
*Ödüllendirdiklerinizi haberdar edin.
*Kendiniz hakkında 7 ilginç şey yazın.



Benim ödüllendirdiklerim:
(aytaç ablam kesin ödüllendirilmiştir ama onu geçemezdim)
vladimir - http://hakikivladimir.blogspot.com/
allak-bullak - http://www.allak-bullak.com/
Yaşadıkça - http://neslihan75.blogspot.com/
Maydanoz - http://cimcimeblog.blogspot.com

Ve benim hakkımda;
*Böceklerden inanılmaz derecede korkarım hatta bazen olayı abartıp büyük kara sineklerden de korkuyorum.
*Balık yemem. Kokusundan nefret ediyorum. Evdekiler balık yediğinde o masada oturmamama rağmen üstümü değiştiririm.
*Bir kitaba başlamışsam beğenmesem bile sonuna kadar okurum. Yoksa hep içimde kalır.
*Kitaplarım konusunda titizimdir, kitaplarımı asla kıvırarak okumam.
*Karşımda sakız çiğnenmesi sinirlerimi bozar. Çiğneme şekline göre sabır gösteririm yoksa dayanamayıp uyarırım.
Bloxoo sayesinde kendi blogumu tanıtma ve bir çok güzel blog tanıma fırsatım oldu. Ve orda tanıdığım blogunu keşfettikten sonra takipçisi olduğum, arkadaşlarımdan benay beni mimlemiş:)) Ki bu benim ilk mimlenişim:))) Ona burdan çoook teşekkür ediyorum.
Şimdi de sıra mim'lendirmenin gerektirdiği soruların yanıtlarına...

En sevdiğiniz blogger: fikrin ne
Yazılarını çok beğendiğim ve her gün takip ettiğim bir blogger. En beğendiğim yanı blogunu hep güncel tutması ve mutlaka her gün güncel haberlerden başlıklar yayınlaması.









En sevdiğiniz yer: Deniz olan her yeri seviyorum.Oturup saatlerce denizi izleyebilirim.











En sevdiğiniz aksesuar: Kolye takmayı seviyorum. Takıp takıştırmayı çok seven biri değilim.

En sevdiğiniz hayvan : Muhabbet kuşu. Küçükken evde beslerdik ama bizim kuş hamile kalmaya başlayınca evimiz kuş yuvasına ve dolayısıyla tüy yuvasına döndü:))Hem onun için hem de onlara bir şey olduğunda çok üzüldüğümüz için artık beslemiyoruz.













En sevdiğiniz içecek: Taze sıkılmış portakal suyu















En sevdiğiniz yemek: Mantı:))) Ama ramazan dolayısıyla dayanamayacağım için resmini koymuyorum:))


En sevdiğiniz tatlı: Çikolatalı olan her şey:)) Resmine bakmaya zor dayanıyorum ama koydum:))













En sevdiğiniz film: Aslında film izlemeyi çok seviyorum ve beğendiğim herkes mutlaka izlemeli dediğim o kadar çok film var ki.. Çok zor geldi bu soru. Ama madem bir isim vermem gerekiyor; Prestij.


















En sevdiğiniz pc programı: Eskiden en çok bs playeri kullanırdım ama bu ara medya player kullanıyorum.

En sevdiğiniz tv programı: Asi'yi izliyordum ama bitti:(( Doktorları izliyordum yarıda kestiler:(( Şimdi de Çok Güzel Hareketler Bunlar'ı izliyorum. Umarım bu bitmez:))












En sevdiğiniz renk: Pembe (toz pembe derler ya hani:))










En sevdiğiniz çizgi film karakteri: Ay savaşcısı:)) Onu sevmeyen yoktu sanırım, hele maskeli prens.. Büyüyecektik ve öyle biri gelip bizi bulacaktı..













En sevdiğiniz yazar: Kitaplarla ilgili bir blog yayınladığım için bu soruyu boş bırakıyorum.

Ve son olarak MİM'mi

Web günlüğüm
fikrin ne
saydek' e paslıyorum:)))

AYRILIK
İki rayı gibiyiz
bir tren yolunun
yakın olması neyi değiştirir
son istasyonun
Sunay Akın



Sevgi her mevsimin meyvesidir ve her elin uzanabileceği yerdedir.
Rahibe TERESA


Anne sevgisinde olanaksıza yer yoktur.
PADDOCK



Bir annenin ne çocuğa gösterdiği sevginin, ne de ona gösterdiği dostluğun bir benzeri vardır.
Hary Ward BEECHER




Sen küçücüktün
Ve yanıbaşındaydım,
Soğuk havalarda
Seni yumuşacık battaniyelere sardım
Artık büyüdün
Ve uzaklardasın,
Şimdi ellerini kaldırıyor
Ve seni dualarımla sarmalamaya çalışıyorum.
Dona Maddux COOPER



Başarısızlık bir yenilgi değildir.
Sadece başarınızın ertelenmesidir.
Geçici olarak kullandığınız bir yoldur,
bir çıkmaz sokak değil.
William Arthur WARD



Kışın buz gibi havasında içimde sıcacık bir yaz olduğunu farkettim.





Canın yanınca elimi sık,
O zaman seni ne kadar çok sevdiğimi söyleyeceğim.




Bir dokunuş, binlerce sözcüğe değer
Harold BLOOMFİELD

ANNELİK KONUSUNDA OLGUNLAŞTIĞINIZI NASIL ANLARSINIZ?

Bu dönem belki artık rock konserlerinin başınızı ağrıtmaya başladığında başlar. Ya da sofrada diğerlerinden önce kendinizi düşünmeye başladığınızda. Veya bir tartışmaya "Çünkü ben sizin annenizim, bu yüzden!" diye sonlandırmaya başladığınızı farkedersiniz.
Anneliğin yeni aşamasına ulaşmışsınızdır artık. Bütün uyarı sinyallerinden söz edeceğim. Annelik konusunda olgunlaştığınızı şu sinyalleri farkettiğinizde anlarsınız.
Çocuklarınız için hazırladığınız supu kaselere dökerken, her birine eşit miktarda sup koyduğunuzu anlamak için kaseleri ölçmeye başlarsınız.
Küçük oğlunuzun en sevdiği oyuncak arabasını kırıp, onu ağlatan ağabeyine yaptığı hatayı düzeltmesi için bir sözleşme imzalarsınız.
Bir seferde sadece bir bacağınızı traş edecek zamanı bulabilirsiniz.
Yalnız kalabilmek için banyoya saklanırsınız.
Çocuğunuzun her dağıttığını toplarsınız.
Bir partide bir başkasının çocuğu ortalığı dağıtır, siz sürekli tıkınırsınız.
Bir sürü kızarmış ekmek dilimini ve yumurtayı hiçbiri birbirine değmeyecek şekilde yerleştirme konusunda uzmanlaşırsınız.
Çocuğunuz havaalanının bekleme salonunda yüksek sesle kendisine masal anlatmanızı ister ve onu reddetmezsiniz.
Çocuğunuzun oyuncak silahlara olan merakı, hatta ekmek dilimini ısırarak silah şekli vermesi hiç sinirlerinizi bozmaz.
Ketçapın bir tür sebze olduğu konusunda umudunuz vardır. Çünkü oğlunuz ketçaptan başka bir şey yemiyordur.
Oğlunuzun artık bir kız arkadaşının olması düşüncesi bile sizi mahveder.
Bir eşinin olmasının düşüncesinden ise daha çok nefret edersiniz.
Eşinizin sandöviçlerini, ekmek dilimlerini değişik şekillerde keserek hazırladığınızı farkedersiniz.
Çocuğunuzla birlikte video izlerken avcının Bambi'nin annesine vurduğu sahneyi hemen ileriye sararsınız.
Çocuğunuz aslanları sevdiği için, onu her hafta hayvanat bahçesine götürmeye başlarsınız.
Çocuğunuz okula başladığının birinci ayında sizden ayrılmak istemediği için moraliniz çok bozulur, sonra da çocuğunuz arkasına dönüp bakmadan okula gitmeye başlayınca moraliniz daha çok bozulur.
Çocuğunuzun bebeklik giysilerini vermeye dayanamazsınız, artık bu bir tür sondur çünkü.
"Üzerinde bu güzel giysilerinle olmaz." sözleri ağızınızdan döküldüğünnde, annenizin sesini işitir gibi olursunuz.
Annenizin sizi büyüttüğü yöntemi eleştirmekten vazgeçersiniz.
Eskisi kadar rahat uyku uyuyamamaya başlarsınız.
Çocuğunuzun yüzünü temizlemek için kendi tükürüğünüzü kullanmaya başlarsınız.
Bir yerlerde ortalama bir çocuğun günde 437 soru sorduğunu okuduktan sonra, kendi çocuğunuzun "ortalamanın üstünde" olmasından gurur duyarsınız.
Uzun zamandır eşinizle gece bir yere çıkamadığınız için çocuklara bir geceliğine bakıcı bulur, sonra da gecenin yarısını telefon başında çocukları sorarak geçirirsiniz.
Günde en az bir kez "Ben bu işi yapacak kadın değilim" dersiniz, ama asla vazgeçemeyeceğinizi çok iyi bilirsiniz.
Laine Kupferberg Carter



NOT: Tavuk Suyuna Çorba kitabının 102. sayfasından alıntıdır. Kitabın 4 yazarı olduğu için ben sadece birini etiketliyorum.
Yazarlar; Jack CANFİELD, Mark Victor HANSEN, Marci SHİMOFF

Simli Hareketli Resimleri


Okulların açılmasına az kaldığı bu dönemde duyarlı arkadaşlarımız kitap kampanyaları yapmaya başladı. Amacımız bunları bloglarımızda, sitelerimizde duyuyarak daha çok kişinin görmesini ve bu kampanyalara destek olmasını sağlamak.

Eğer sizinde evinizde yararlanmadığınız ders kitapları, roman vb. var ise birine faydalı olmasını istiyorsanız lütfen aşağıdaki linke tıklayınız.

http://www.bloxoo.com/BloxooFrame.aspx?blogUrl=kurutube.blogspot.com



33 OKUL 3003 ÖĞRENCİ İÇİN EL ELE KAMPANYASI

Küçük bir çocuğun tuttuğu kalem olmaya ne dersiniz?

Bu kampanya ile ilgili gerekli bilgileri

http://uzagagidenkadin.blogspot.com/

http://fikrinne.blogspot.com/2009/08/33-okul-3003-ogrenci-icin-elele.html

adreslerinden ulaşabilirsiniz.

Güzelle Çirkin bir gün dereden geçerken hadi yüzelim demişler. Elbiselerini çıkarıp suya girmişler. Bir süre sonra Çirkin sudan çıkıp üstünü giyinip gitmiş. O gittikten sonra Güzel de sudan çıkmış. Bakmış ki elbiseleri yok. Çirkin giymiş. O da çıplak kalmamak için çirkinin elbiselerini giymiş.
O günden sonra güzel ile çirkin hep karıştırılır. Ama güzeli önceden görenler güzeli tanır. Çirkinle karıştırmazlar.




















BÖYLE BİR SEVMEK (NE KADINLAR SEVDİM)

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Yağmur giyerlerdi sonbaharla bir
Azıcık okşasam sanki çocuktular
Bıraksam korkudan gözleri sislenir.

Ne kadınlar gördüm zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir
Hayır sanmayın ki beni unuttular
Hala arasıra mektupları gelir
Gerçek değildiler birer umuttular
Eski bir şarkı belki bir şiir

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir
Yalnızlıklarımda elimden tuttular
Uzak fısıltıları içimi ürpertir
Sanki gökyüzünde bir buluttular
Nereye kayboldular şimdi kimbilir

Ne kadınlar sevdim zaten yoktular
Böyle bir sevmek görülmemiştir.
Bir gün babası Elsa'yı alıp, Roma kentinin dışındaki küçük bir köy kilisesinin çan kulesine çıkarmış. Küçük kız neden buraya getirildiğini merak ederken, "Aşağıya bak yavrum" demiş babası. Elsa korkarak eğilip aşağıya bakmış. Gördüğü, köyün kare biçimindeki meydanı ve bu meydana çıkan pek çok irili ufaklı sokaklarmış. Soran gözlerini küçük kız babasına çevirmiş. "İşte yavrum" demiş babası. "Gördüğün gibi, bir yere pek çok yönden varılabilir. İstediğin yere bir yoldan ulaşamazsan, mutlaka başka bir yolu vardır."
Babasının ne anlatmak istediğini hemen anlamış küçük kız. O sabah annesine okuldaki yemeklerin kötülüğünden söz etmiş ama annesi bu yakınmayı dinlememiş bile.
Küçük kız babasından aldığı ve bir ömür boyu unutamayacağı bu öğüt doğrultusunda oturup düşünmüş ve başka bir yol denemeye karar vermiş.
Ertesi gün okulda verilen çorbayı bir şişeye boşaltıp eve getirmiş ve aşçı başıyı ikna ederek akşam yemeğine çorbayı annesinin tabağına koymasını sağlamış. Annesi çorbadan alır almaz "Bu ne berbat şey! Aşçı çıldırmış olmalı." deyince Elsa yaptığını anlatmış ve annesi de bunun üzerine konuyla ilgileneceğine söz vermiş.
Bir zamanlar yazılarını yazmak için okyanus sahillerine giden bir adam varmış. Her sabah çalışmaya başlamadan önce yaptığı yürüyüşlerin birinde, plaja doğru baktığında dans eder gibi hareketler yapan bir insanın süliletini görmüş. Yaklaştıkça bunun genç bir adam olduğunu ve dans etmediğini, birkaç adım koştuktan sonra yerden aldığı bir şeyi yumuşak hareketlerle okyanusa fırlattığını görmüş. Ona seslenmiş:
-Günaydın ne yapıyorsun böyle?
Genç adam durmuş, başını kaldırıp cevap vermiş.
-Okyanusa denizyıldızı atıyorum.
-Sanırım şöyle sormalıyım neden okyanusa deniz yıldızı atıyorsun?
-Güneş çok yükseldi ve sular çekiliyor. Eğer onları suya atmazsam ölecekler.
-Ama delikanlı, görmüyor musun, kilometrelerce sahil var ve baştan aşağıya deniz yıldızıyla dolu. Hiçbir şey farketmez.
Genç adam kibarca dinlemiş, eğilerek yerden bir denizyıldızı daha almış ve dalgalanan denize doğru fırlatmış.
-Bunun için farketti.
Bu cevap adamı şaşırtmış, ne söyleyeceğini bilememiş. Geri dönmüş, yazısının başına geçmek
üzere kulübesine gitmiş. Gün boyunca bir şeyler yazmaya çalışırken genç adamın görüntüsü gözünün önünden gitmemiş.
Nihayet akşama doğru fark etmiş ki o koca bilim adamı, o büyük şair bu gencin davranışının özünü kavrayamamış. Çünkü bu gencin aslında yaptığının evrende bir gözlemci olmayı ve olup biteni izlemeyi değil, evrende bir oyuncu olmayı ve bir fark yaratmayı seçmek olduğunu anlamış. Sabah olduğunda, bir şey yapması gerektiğini bilerek uyanmış. Yataktan kalkmış, giyinmiş, sahile inmiş, o genci bulmuş. Ve bütün sabahı onunla okyanusa denizyıldızı atarak geçirmiş.
Kıza bir partide rastlamıştı. O gün peşinde o kadar delikanlı vardı ki...
Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti.Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı, ama tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti. Hemen köşedeki şirin kefeye oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu. Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı..
"Ben artık gideyim" demeye hazırlanırken, delikanlı birden garsonu çağırdı..."Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi. "Kahveme koymak için." Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı. Kahveye tuz!. Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan, ama tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı. Kız, merakla "Garip bir ağız tadınız var" dedi. Delikanlı anlattı:
"Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım. Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben. Bu tadı çok sevdim. Kahveme tuz koymam bundan. Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum. Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar. Onları ve evimi öyle özlüyorum ki.." Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının. Kız dinlediklerinden çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döken, evini, ailesini bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri. Ev duyusu olan biri. Kız da konuşmaya başladı. Onun da evi uzaklardaydı. Çocukluğu gibi. O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu. Tatlı ve sıcak. Ve de bu sohbet öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii.
Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar. Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu. Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü. 40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına. Şöyle diyordu, satırlarında.
"Sevgilim, bir tanem. Lütfen beni affet. Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir kere yalan söyledim. Tuzlu kahvede.. İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun? Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken 'Tuz' çıktı ağzımdan.. Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok. İşte gerçek.. Ben tuzlu kahve sevmem. O garip ve rezil bir tat. Ama seni tanıdığım andan itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan. Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, her şeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da.." Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı.
Lafı açıldığında bir gün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl bir şey" diye soracak oldu. Gözleri nemlendi kadının.. "Çok tatlı!.." dedi...



05.08.2009
Kimsesiz küçük bir erkek çocuğunu bademcik ameliyatı yapmak için getirmişler. Çocuğun tüm sevgisini bir gözü kopmuş, eski, pırtıl bir oyuncak ayıya vermiş olduğu, ayısına sarılıp, onu bırakmak istememesinden belli oluyormuş.
Vakit geldiğinde, doktor çocuğun yanına gitmiş ve artık onu ameliyata alacaklarını bildirmiş. Bu arada hastabakıcı çocuğun elinden oyuncak ayısını almak için uzandığında doktor " Ayıyı bırakın hemşire hanım, sanırım onunla da ilgilenmemiz gerekecek" diyerek hastabakıcıyı durdurmuş.
Saatler sonra çocuk kendine gelip gözlerini açtığında ilk gördüğü yastığının başına dayanmış olan oyuncak ayısı olmuş. Hem de ayısının kopmuş gözü bu hassas cerrah tarafından gazlı bez ve bantlarla özenli bir biçimde kapatılmış olarak...




PEDAGOJİ
Çocuk dediğin uslu oturur.
Çocuk dediğin büyüklerin sözünü dinler.
Çocuk dediğin "yapma" denince yapmaz.
Çocuk dediğin "yat" denince yatar.
Çocuk dediğin önüne konanı yer.
Çocuk dediğin yeni icatlar çıkarmaz.
Çocuk dediğin ders çalışır.
Çocuk dediğin dikkafalık etmez.
Çocuk dediğin çok soru sormaz.
Çocuk dediğin karşılık vermez.
Çocuk dediğin paylayınca önüne bakar.
Çocuk dediğin evi dağıtmaz.
Çocuk dediğin her şeyi istemez.
Çocuk dediğin her duyduğunu söylemez.
Çocuk dediğin anasından babasından korkar.
Çocuk dediğin her önüne gelenle oynamaz.
Çocuk dediğin büyüklerin vurduğu yerde gül biteceğini bilir.
Çocuk dediğin verilen öğütlerin dışına çıkmaz.
Çocuk dediğin "şimdi seni gebertirim"deyince sus pus olur.
Çocuk dediğin yemekten önce abur cubur yemez.
Çocuk dediğin ağaca da çıkmaz.
Çocuk dediğin kapının önüne çıkar.
Çocuk dediğin durmadan ıslık çalmaz.
Çocuk dediğin hep top peşinde koşmaz.
Çocuk dediğin kuş peşinde de koşmaz.
Çocuk dediğin kız peşinde hiç koşmaz.
Çocuk dediğin büyüklerin bir dediğini iki ettirmez.
Çocuk dediğin zırt pırt televizyonu açmaz.
Çocuk dediğin söylenen işten kaçmaz.
Çocuk dediğin anasının babasının odasını açmaz.
Çocuk dediğin kapı çalınınca koşup kapıyı açar.
Çocuk dediğin insanın tepesine binmez.
Çocuk dediğin akşama kadar bisiklete de binmez.
Çocuk dediğin kimsenin dalına basmaz.
Çocuk dediğin ıslak yerlere basmaz.
Çocuk dediğin sofrada adam gibi oturur.
Çocuk dediğin büyüklerin yanında oturmaz.
Çocuk dediğin haytalık etmez.
Çocuk dediğin çocukluğunu bilir.
Çocuk dediğin saygı sevgi bilir.
Çocuk dediğin dersini de bilir.
Çocuk dediğin insanın kafasını şişirmez.
Çocuk dediğin çok gülmez.
Çocuk dediğin çağrılınca gelir.
Çocuk dediğin yemek saatinde eve gelir.
Çocuk dediğin yüzüne bakılınca kendine gelir.

Büyüklere gelince;
Onlar büyüktürler ve her şeyi yapabilirler.
Ve çocuklar yaşlanıp ölünceye kadar,
her şeyi sadece büyüklerin yapabileceğine inanarak yaşarlar.

Derinlemesine yaşamın sırrı; küçük mutlulukların farkına varmak...



Altı dürüst adam var bana hizmet eden
Tüm bildiklerimi onlardan öğrendim ben.
Adları; "Ne ", "neden", ne zaman", "Nasıl", "Nereye" ve "Kim" dir onların.
Rudyard KİPLİNG



Kişinin başına gelebilecek en büyük felaket gözleri olupta görememektir.
Helen KELLER



Kendi kafasıyla düşünen insan özgür insandır. İnandığı doğrular için mücadele eden adam özgür insandır. Dünyanın en özgür ülkesinde yaşıyor olsanız bile, eğer kaba, kararsız, hareketsizseniz siz özgür insan değil, bir kölesiniz demektir. Özgürlüğü kazanmak size kalmış bir şey; onu başkalarından dilemenin hiçbir yararı yok.




Sevginin ölçüsü,
Ölçüsüz sevmektir.
Spinoza



Fakir bir adama balık verirsen, o gün için doyar.
Ona balık tutmayı öğretirsen, her gün doyar.


Seviyorsan birini özgür bırak onu
Geri gelirse, o senindir
Eğer gelmezse
Zaten hiç senin olmamıştır




Allahım bana değiştirebileceklerimi değiştirme gücü, değiştiremeyecelerimi kabullenme sabrı ver. Ve bundan da önemlisi, bu ikisinin arasındaki farkı ayırt edecek izanı ver.



Düşünce özgürlüğünün olmadığı yerde bilgelik olmaz.
Benjamin FRANKLİN



Mutluluğun ilk koşulu kendinin dışında bir amaca yönelmiş olmak, hayatını bu amaçla yaşamaktır.



Adı "Başkalarının fikri"dir.
Büyük saygıyla anılır.
Her şeye o karar verir.
Bazıları içinse Tanrı'nın sesidir neredeyse
Oysa donup kalmış fikirlere sadık kalınarak,
ne tek bir zincir kırabilmiş, ne de tek bir
insan ruhu özgürlüğüne kavuşabilmiştir.
Mark TWAİN



Bugünün düşleri
Yarınımızı yaratır






Bazen birisi geçer karşına, bir dünya şey anlatır ama söylediklerinden hiçbir şey anlamzsın; ta ki, onun sözleri arasında, diğer bütün söylediklerini aydınlatıveren basit bir sözcük yakalayana kadar.

1996'da, Giacomo Rizzolatti ve Leonardo Fogassi adında iki italyan bilim adamı maymunların motor nöronlarını inceliyorlardı. Bir mola sırasında Fogassi bir muzu eline alınca, Rizzolatti maymunda hareket olmamasına rağmen premotor korteksindeki bir nöron kümesinin ateşlendiğini farketti. Normal olarak nöronlar sadece bir eylem sırasında ateşlenir, ama o olayda maymun hareketi gördüğü zamanda ateşlenmişti. Maymunun muzu eline almasıyla aynı şeyi bilim adamının yaptığını görmesi fark etmiyordu; hücreler her iki halde de aynı tepkiyi vermişti. Rizzolati bu hücre kümelerine "ayna nöronlar" adını verdi.
Bu ayna nöronlar duyguları da taklit ederler.
Birisiyle etkileşime girdiğimiz zaman, o kişinin davranışlarını gözlemlemekten daha fazlasını yaparız. Beynimizde onların eylem, izlenim ve duyguların içsel bir betimlemesini yaratırız; eylemde bulunan, algılayan ve hisseden kendimizmiş gibi.
Ayna nöronlar, mesela bir golf sopasını sallamak gibi karmaşık eylemleri, sadece bir başkasının onları yapışını seyrederek öğrenmemizi sağlar. Aynı zamanda duyguları da iletirler ki, bir boksör yumruk yediği zaman olduğumuz yere sinmemizin nedeni de budur; ayna nöronlarımız bize o yumruğu yediğimiz hissini verir.
Bilim adamları bizi diğer hayvanlardan ayıran şeyin beynimizdeki ayna nöronların sayısı olduğuna inanıyor; bazı şeyleri öğrenmemiz onlar aracılığıyla mümkün oluyor. Alet kullanmak, konuşulanları analamak... Ve empati duymak.
"İnsanlar söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unutur, ama onlara neler hissettirdiğinizi asla unutmaz"
Maya ANGELOU



Kişi istediğini yapabilir; ama ne isteyeceğini isteyemez.
Schopenhauer




Hepimiz dünyayı gerçekte olduğu gibi değil, kendi önyargılı algılarımız vasıtasıyla gözlemleriz. Dolayısıyla, gerçekten bilebileceğiniz tek şey kendinizsiniz.




Hangisi önce gelir? Önce korku hissederiz ve bedenimiz sonra mı tepki gösterir? Yoksa, bedenimiz harici uyarılara verdiği yanıtı beynimiz korku olarak mı yorumlar?
Duyularla ilgili iki teori var. 1884'de öne sürülen birincisi, beynin bir kaç ya da dövüş tepkisi tetiklediğini ve sonra da bunun neden olduğu fiziksel tepkiyi korku hissine dönüştürdüğünü ileri süren James Lange Teorisidir. Bir başka deyişle, kalp atışlarımızın hızlanması, gözbebeklerimizin büyümesi, vesaire nedeniyle korku duyarız. Bu teori 1929'da alt beynin duygu üreten bilgileri alıp, sonra bunları aynı anda hem yorumlanmaları için üst kortekse, hem de fiziksel tepki için OSS'ye gönderdiğini ileri süren Cannon-Bard Teorisi tarafından çürütüldü. Başka deyişle, korktuğumuz için kalp atışlarımız hızlanır, gözbebeklerimiz büyür. Tıp dünyası hangi teorinin doğru olduğuna henüz karar vermiş değil, ama çoğunluk Cannon-Baird Teorisini destekliyor.



Nerden geldiğinizi bilmeden nereye gideceğinizi bilemezsiniz.



Ya espiriye katıl ya espirinin konusu ol.



Duyguların çalışması = Kan b-b basıncı, bağırsaklardaki şişkinlik, cilt ısısı, ışık, cinsel uyarı, vesaire hakkındaki bilgiler beyine iletilir. Hipotalamus bu bilgileri açlık, susama, zevk, acı, cinsel doyum, öfke ya da saldırganlık gibi duygulara çevirir. Sonra da bedenin geri kalanına otonom sinir sistemi yoluyla komutlar gönderir.
Otonom sinir sistemi (oss) üç kısımdan oluşur: Sempatik, parasempatik ve enterik.
Sempatik sistem vücudu tehlikeye karşı hazırlayan kaç ya da dövüş refleksini harekete geçirir. Gözbebeklerini büyültür, göz kapaklarını açar, ter bezlerini uyarır; kan dolaşımını arttırmak için büyük kaslardaki kan damarlarını açar, kan basıncını yükseltmek için öteki damarları büzer, kalp atışını hızlandırır; akciğerlerdeki bronkiyal tüpleri açar ve sindirimsel salgıları durdurur. Aynı zamanda epinefrin salgılamaları için adrenal bezlerini tetikler.
Parasempatik sistemse tam tersini yapar. Gözbebeklerini küçültür, tükürük bezlerini tetikler, mide salgılarını uyarır, bağırsakları harekete geçirir, bronkiyal tüpleri büzer ve kalp atışını yavaşlatır.
Enterik sinir sistemi; mide faaliyetlerini düzenler.



Ying ve yang: Çin felsefesinde, insanların doğadaki olayları
algılayışlarında karşılaştıkları ve evrendeki her devingen nesnede
bulunduğuna inanılan doğal karşıtların genel tanımlamaları.
Edilgeni, karanlığı, dişili, olumsuzu ve tüketimi betimleyen Yin
geceye, etkeni, aydınlığı, erili, olumluyu ve üretimi belirten Yang
ise gündüze karşılık gelir. Sürekli bir mücadele içinde olan yin ve
yang birlikte bütünü yaratırlar.



Deneyciliğin geçmişi eski Yunana kadar gider. Ancak deneyciliğin babası olarak kabul edilen kişi ingiliz filozof Jhon Locke'dir. 1689 yılında yazdığı İnsan Anlayışı Üzerine Bir Deneme'de bilginin sadece a posteriori, yani deneyim sonrası elde edebileceğini söylemiştir. İnsan zihninin bir tabula rasa, yani 'boş sayfa' olarak başladığını ve kişisel deneyimlerle doldurulduğunu iddia eder.

Kaybedilenlerin ardından gelip dudakların biraz üstünde konaklayan bir damla gözyaşıdır hüzün. Bazen de hiç akmayacak gibi bir yerlerde saklanan ve sıradan bakışların uzanamayacağı ıslaklık...
Bazen sert ve ani bir isyandır hüzün, yaşanamayanlara. Bazen de yaşananların bıraktığı ayak izleridir.



Ağır bedeller ödemek zorunda kaldılar. Hayatı dolu dolu yaşarken, üzüldüler, ağladılar, acı çektiler, ezildiler; ama sevmekten vazgeçmediler asla...


Gözyaşların bile biraz aktı sen ağlamak zorunda kaldığında, içinde kopan kıyametlerin gözpınarlarından akıp gitmesine tahammül edemedin sen.


Başkalarına kıyamaz onlar, hele de sevdiklerine asla. Belki de bunun içindir, sevdiklerini korumaya çalışırken kendi hayatlarını yakmaları.



Bilmenin acı vereceğini, daha çok bilmek için kendilerini kamçılayacağını iyi bildikleri halde, vazgeçmezler öğrenmekten. Öğrendikçe acı çekerler ve acı çektikçe öğrenirler onlar.


Severken yürekli sevdin. Ancak ok kağıt üstünden kayıp gitti yazdığın aşk şiirleri de ne yazık ki... Yanlış, korkak yüreklerde yer aradın sevgine.



Yeni başlangıçlar için bir şeyleri geride bırakmak gerekir.



Arasaydım eğer; ben, ben olmayacaktım ve sen geri döndüğünde ben olmayan benle karşılaşacaktın arasaydım eğer, sevgili...



Geçmiş asla geçmişte kalmaz.



Acı ona zamanın büyüklüğünü, zaman da acının bir gün eski şiddetini kaybederek katlanır hale geleceğini öğretmişti.


Acı, bir gün her şeyini kaybedebileceğini öğretmişti ona umutlarını ise asla kaybetmemesi gerektiğini.
İnsan sevdiği için sever, aşık olmanın hiçbir gerekçesi yoktur.



Seni seviyorum, çünkü bütün evren sana ulaşmam için iş birliği yaptı.



Dünya gerçeklerine oldukları gibi değilde
olmalarını istediğim gibi bakıyorum.



Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için hiçbir sebebim olmayacak.



Haindir develer en küçük bir yorgunluk belirtisi göstermeden binlerce fersah yol alırlar. Ve sonra birden diz üstü çöküp ölürler. Oysa atlar yavaş yavaş yorulurlar. Sen onlardan ne isteyebileceğini ve ne zaman öleceklerini bilirsin.



Kötülük, insan ağzından giren şeyde değildir. Kötülük ordan çıkandadır.



Her gün yaşamak ya da ölmek içindir.



Gözümüzün önünde büyük hazineler olduğu zaman asla göremeyiz onları.
Peki, neden bilir misin?
Çünkü insanlar hazinelere inanmazlar.



En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır.



Hayat yaşamak olduğumuz andan ibarettir.



Bütün dünyayı kucaklayamayacak kadar küçük biri olduğum için, sahip olduğum az bir şeyi her zaman korumaya çalışırım.



Bir şeyi gerçekleştirmek istersen onu gerçekleştirmen için bütün evren işbirliği yapar.



Biraz şikayet edecek olursam, bu yalnızca benim bir insan yüreği olmamdandır ve insanların yürekleri böyle olur. Ulaşılmaya layık olmadıklarını ya da ulaşamayacaklarını sandıkları için en büyük düşlerini gerçekleştirmekten korkarlar. Dirilmemek üzere sona ermiş aşklar, olağanüstü olabilecek ama olmayan anlar, keşfedilmesi gereken, ama sonsuza kadar kumların altında kalan hazineler, daha aklımıza gelir gelmez bizler, yürekler hemen ölürüz. Çünkü böyle bir durumla karşılaşınca ölümcül acılar çekeriz.




Gözler Ruhun Gücünü Gösterir.




Sevdiğimiz zaman olduğumuzdan daha iyi olmak isteriz her zaman...



Bulduğun şey saf maddeden yapılmışsa
hiçbir zaman çürümeyecektir.



Belki de Tanrı, çölü, insanlar hurma ağaçlarını görünce sevinsin diye yarattı.



Bir şeye önem vermek başlangıçtan başka bir şey değildir.




MUTLULUĞUN GİZİ
Bir tüccar Mutluluğun Gizi'ni öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış. Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş.
Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış: Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş; dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış. Bilge sarayda bu insanlarla konuşuyormuş ve bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış.
Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama Mutluluğun Gizi'ni açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş. "Ama, sizden bir ricada bulanacağım", diye eklemiş, delikanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvıyağ koymuş. "Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz." Delikanlı sarayın merdivenlerini inip-çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış. "Güzel, demiş bilge, peki yemek salonumda ki acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvan Başı'nın yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanedeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi? Utanan delikanlı hiçbir şey görmediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş. "Öyleyse git, evrenimin harikalarını tanı", demiş ona bilge, "oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin." İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış. "Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?" diye sormuş bilge. Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş. "Peki", demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi, "sana verebileceğim tek bir öğüt var:
Mutluluğun Gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan.



İnsanlar resimlerin ve sözcüklerin büyüsüne kapılıp sonunda Evrenin Dilini unutur.



Öyle zamanlar vardır ki, insan hayat ırmağının akış yönünü değiştiremez.


Sevginin duvarlardan daha güçlü olduğunu söylediler. Tek umudum da bu. Öyleyse güçlü ama sevecen ellerinle yık bu duvarları. Sevecen ol çünkü içindeki çocuk çok duyarlıdır ve duvarların gereksiniminde büyümez. Öyleyse vazgeçme. Sana gereksinmem var.




Düşündüğümüz bildiğimizden çok daha az.
Sevdiğimiz bildiğimizden çok daha az.
Sevdiğimiz var olandan çok daha az
Böylece gerçekte olduğumuzdan çok daha az kendimiziz.




Duygusal aklımız sevginin gücüne inanmakta direniyor. Bize düşsel bir şey gibi geliyor. Sevgi; kendini kandırma, insan beynini uyuşturan bir şey, idealist bir düşünce ve bilimselliği olmayan bir düş, gibi yakıştırmalar yapıyoruz. Sevginin insan davranış ve kişiliğinin oluşumunda biyolojik, toplumsal, ahlaki ve zihinsel evrimleşme sürecinin yönlendirilmesi tarihsel olayların yönünün değişiminin ve toplumsal kültürün bilinçlenmesinde rol oynayan olumlu kuvvetler üzerindeki gücünü kanıtlamayı amaçlayan bütün korumalara ön yargımızla karşı çıkıyoruz.




Ancak hepimiz gizliden biraz deliyiz... Hepimiz aslında yalnızızdır ve anlaşılmak isteriz. Ama hiçbir zaman bir başkasını tümüyle anlayamayız ve hepimiz bizi çok seven kişilere bile bir parça uzak kalırız. Acımasız olanlar güçsüzlerdir; sevecenlik, yalnız güçlülerden beklenebilir. Korkuyu bilmeyenler gerçekte yürekli değildir. Çünkü yüreklilik düşünebilene karşı koyma gücüdür. İnsanları çocuk gibi görürseniz onları daha iyi anlayabilirsiniz. Ne denli yaşlı olursa olsunlar, çünkü çoğumuz hiçbir zaman büyümeyiz; yalnızca boyumuz uzar. Mutluluğa ancak beynimizi ve yüreğimizi gücümüz yettiğince eleştirdiğimizde ulaşabiliriz...
Yaşamanın amacı önemli olmaktır. Saygın olmak, bir şeyi savunmak boşuna yaşamamaktır.



Hiçbir şey gerçek değildir, hiçbir şey sürekli de değildir, her şey değişir.



Kendimizi uyarmalıyız: Çok çalışmadan ve ellerimizi kirletmeden hiçbir değişimi gerçekleştiremeyiz. Gelişimi ve kişilik oturma konusunda ezberleyecek hiçbir formul ya da kitap yoktur. Yalnızca şunları biliyorum: Yaşıyorum varım, buradayım, gelişiyorum. Yaşamımı başkaları değil kendim oluşturuyorum. Kendi kusurlarımı yanlışlarımım, suçlarımı açık yüreklilikle kabullenmeliyim. Yokluğumun acısını hiçkimse benim kadar duyamaz, ama yarın yeni bir gün ve yatağımdan çıkıp yeniden yaşamaya başlamaya karar vermeliyim. Başaramazsam sizi, yaşamı ya da Tanrı'yı suçlamanın kolaylığına sığınmamalıyım.





Anımsıyor musun yeni arabanı
Ödünç alıp çarptığım günü
Öldüreceğini sanmıştım beni öldürmedin oysa
Anımsıyor musun seni zorla sahile götürdüğüm
Yağmur yağacağını söylediğin ve yağdığı günü
"Söylemiştim sana" demeni bekledim, demedin oysa
Anımsıyor musun kıskandırmak için seni
Başka oğlanlarla oynaştığım ve senin kıskandığın günleri
Terk edeceğini sanmıştım terk etmedin oysa
Anımsıyor musun; çilekli pasta düşürüp
Arabanın paspasını irlettiğim günü
Tokatlayacağını sanmıştım beni, tokatlamadın oysa
Anımsıyor musun; dansın resmi giysili olduğu
Ve benim söylemeyi unuttuğum
Senin de kot pantolonla geldiğin günü
Bırakacağını sanmıştım beni, bırakmadın oysa
Evet yapmadığın çok şy vardı.
Ama dayandığın, sevdiğin, koruduğun beni
Çok şey vardı;
Benimde senin için yapmak istediğim
Vietnamdan döndüğünde
Dönmedin oysa...



Yüreğiniz kendi sessizliği içinde gecenin ve gündüzün gizlerini bilirler. Ama kulaklarınız, yüreğinizin bildiklerini duyabilmek için can atarlar.


Bitti diye sakın ağlama, oldu diye gül.



Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Büyük bir bakı siniyi andıran ay, ortalığı oldukça aydınlatıyordu. Otelin terasında üç kişi oturuyordu. Birisi yakışıklı bir delikanlı, öteki genç, güzel bir kız, üçüncüsü orta yaşlı bir kadın... İçeriye bir adam girdi. Kenar masalardan birine yerleşti. Sessizlik, can sıkıntısı halinde uzadıkça uzadı. Sonunda orta yaşlı kadın dayanamadı. Bir parti poker yapsak, dedi. Genç kızla delikanlı kabul ettiler. Kenarda oturan adam, bir şartla dedi. Ortaya çıkarılan paralar oyun bitinceye kadar masada kalacak. Oturdular.
Daha birinci elden başlayarak, delikanlı, gençkız, orta yaşlı kadın sırayla hep kazandılar. Dördüncü, her oyunda kaybediyordu. Onun yerinde kim olsa, hilebazlar arasına düştüğünden şüphelenirdi. Sonunda gün ağırırken kalkmaya karra verdiler. Orta yaşlı kadın, son eli dağıttı. Sürekli kaybeden adam, cebinden kocaman bir deste çıkarıp masaya koydu.
Adam bu son elde rest çekti. Üçüde gördük, dediler. Kağıtlar açıldı. En büyük el adamdaydı. Böylece hem kaybettiklerini almış hem de ötekilerinin paralarını kazanmıştı. Adam gülümseyerek, bunun böyle olacağını biliyordum, dedi. Kesinlikle biliyordum. Üçü bir ağızdan hayretle sordular: Kesinlikle biliyor muydunuz? Evet dedi, çünkü siz üçünüzde er geç kaybetmeye mahkumsunuz. Delikanlıyı gösterdi. Sizin adınız, aşk. Kıza gülümsedi, sizin adınız gençlik. Kadına döndü. Sizinki de, hayat. Kadın sordu peki sizin adınız ne? Benimki, dedi adam. Benimki, zaman...



Belki Tanrı senin diğer insanla karşılaşmadan önce yanlışlarla karşılaşmanı istiyordur ki, bu olduğunda şükredeceksin.



Bir kişiyi özlemenin en kötü şekli,
o kişi tarafından bırakılmak ve
bir daha onla olamayacağını bilmektir.



Aptallar her gün ölür, cesurlar bir kez.



Hayat, arzulamanın elde etmekten önemli olduğunu...
Tek gerçeğin yaşanılan an olduğunu...
Aynı pencereden bakmanın değil, o pencereden aynı şeyi görmenin önemli olduğunu...
Her şeyin ama her şeyin bir bedeli olduğunu...
Aşkın yaşanırsa biteceğini...
Birine aşık olduğunuzda, aslında aşık olduğunuz şeyin, ona yüklediğiniz anlam olduğunu...
Aşkın arzulamak ama kavuşamamak olduğunu...
Aşkı, menfaatlerin doyurduğunu...
Aşkın sevgiyle alakası olmadığını...
Dünyada bugüne kadar söylenmiş bütün "seni seviyorum" ların onda dokuzunun yalan olduğunu...
Aşkın bir nevi hastalık sayılması gerektiğini...
Aşkta kadınların acımasız olduğunu...
KAdınların aşkları için feda edemeyecekleri hiçbir şeyin olmadığını...
Aşk konusunda, herkesin mutlaka bir yerde yalan söylediğini...
Öğretiyor.



Erkekler kadınların daha zeki olduğunu bilirler ve çözemedikleri bu bilmece için kendilerine değil bilmeceye kusur bulurlar.



Silgi kullanmadan resim çizme sanatına hayat deniyor...










Tavlanın zamanla benzerliği,
Sene nasıl birse tavlada bir tanedir. Tavlanın içindeki karşılıklı 6'şar hane 12 ayı temsil eder. 15 açık ve 15 koyu renkli pul ayın 15 gece 15 gündüzünü temsil eder. Karşılıklı 12'şer hane günün 24 saatine karşılık gelir.
Eski zamanlarda Hint imparatoru, satranç oyununu Pers imparatoruna, yanında bir mektup ile hediye olarak göndermiş. Mektubunda oyunla ilgili hiçbir açıklama yapmazken şöyle bir mesaj yazmış "Kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa, o kazanır.
İşte hayat budur..."
Pers imparatoru çok alim olan baş veziri Büz ur Mehir ile bu mesajı paylaşarak, ondan oyunu çözmesi ve kendisinin de karşılık olarak Hint imparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini ister. Vezir haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen satrancın her taş hareketini ve genel olarak oyunu çözer, sonra da on günde tavlayı icat eder ve imparatora sunar.
Hint imparatoruna tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere söyle bir mesaj hazırlarlar.
"Evet, kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa, o kazanır.
AMA BIRAZ DA ŞANSTIR, İşte hayat budur... "


"Söz mü? Ne sözü?... Bir aşkı anın sonuna kadar yaşayabilmek içindir fısıldanan her şey ve daha önce başkasına verilmiş bir sözü bozmaktı sevişirken sana verilen sözler...
Gitme inan bana... Bu defa söz!"

Mehmet YAŞIN




Eskiden mendiller kağıttan değildi. O yüzden yıkasan bile gözyaşlarımızı saklardı ayrılıklarda...





Şimdi sen kalkıp gidiyorsun,
Git
Gözlerin durur mu onlarda gidiyordur,
Gitsinler
Oysa ben gözlerinsiz edemem bilirsin.
Cemal SÜREYYA



İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. Sevilmekten korkuyor, kendini sevilmeye layık görmediği için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.
W. SHAKESPEARE



Zaman size gerçekleri görme fırsatı verir.
Bazen ne büyük bir aşk yaşadığınızı anlarsınız,
bazende kendinizi nasıl aldattığınızı,
bir hayal dünyasında yaşadığınızı...




"19 yy. büyük ingiliz ressamlarından William Holman Hunt'ın , bir bahçeyi anlatan kapı adlı tablosu Londra kraliyet akademisinde sergileniyor. Hunt'ın '' evrenin ışıgı'' adını verdigi bu tabloda, elinde bir fenerle geceleyin bahçede duran filozof görünüşlü bir adam var. Adam, tek eliyle bir kapıyı vuruyor ve içeriden sanki bir yanıt bekliyormuşcasına duruyor. Tabloyu inceleyen bir sanat eleştirmeni Hunt'a dönüyor: ''Güzel tablo dogrusu, ama anlamını bir türlü kavrayamadım. Adamın vurdugu kapı hiç açılmayacak mı? Ona kapı kolu çizmeyi unutmuşsunuz da... '' Hunt gülümsüyor: ''Adam sıradan bir kapıya vurmuyor ki..'' diyor ve tablosunun anlamını açıklıyor: ''Bu kapı, insan kalbini simgeliyor. Ancak içeriden açılabildigi için dışarıda kol olması gerekmiyor. O kapı size içeriden açılmamışsa giremezsiniz."




Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış: Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri... Aşk dâhil. Bir gün, adanın batmak üzere olduğu duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar. Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş, çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş. Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde adanın önünden geçmekteymiş. Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın ?" diye sormuş. Zenginlik, "Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok" demiş. Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir’den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et " demiş. Kibir ise: “Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş. Aşk, yakınlardan geçmekte olan Üzüntü’den yardım istemiş: "Üzüntü seninle geleyim."demiş. Üzüntü ise: "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var." diye cevaplamış. Mutluluk da Aşk’ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki, Aşk’ın çağrısını duymamış. Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım... Bak yanımda Bilgi de var." Aşk kendini o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş. Yeni bir kara parçasına vardıklarında inmişler, Aşk’a yardım eden yoluna devam etmiş. Kendisine yardım edene çok borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi’ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?" Bilgi: "O, Zamandı" diye cevap vermiş. "Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk. Bilgi gülümsemiş ve: “Çünkü sadece zaman, aşkın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir.”
Computer Blogs - Blog Catalog Blog Directory BlogKüme'yi destekliyorum