Bazen birisi geçer karşına, bir dünya şey anlatır ama söylediklerinden hiçbir şey anlamzsın; ta ki, onun sözleri arasında, diğer bütün söylediklerini aydınlatıveren basit bir sözcük yakalayana kadar.

1996'da, Giacomo Rizzolatti ve Leonardo Fogassi adında iki italyan bilim adamı maymunların motor nöronlarını inceliyorlardı. Bir mola sırasında Fogassi bir muzu eline alınca, Rizzolatti maymunda hareket olmamasına rağmen premotor korteksindeki bir nöron kümesinin ateşlendiğini farketti. Normal olarak nöronlar sadece bir eylem sırasında ateşlenir, ama o olayda maymun hareketi gördüğü zamanda ateşlenmişti. Maymunun muzu eline almasıyla aynı şeyi bilim adamının yaptığını görmesi fark etmiyordu; hücreler her iki halde de aynı tepkiyi vermişti. Rizzolati bu hücre kümelerine "ayna nöronlar" adını verdi.
Bu ayna nöronlar duyguları da taklit ederler.
Birisiyle etkileşime girdiğimiz zaman, o kişinin davranışlarını gözlemlemekten daha fazlasını yaparız. Beynimizde onların eylem, izlenim ve duyguların içsel bir betimlemesini yaratırız; eylemde bulunan, algılayan ve hisseden kendimizmiş gibi.
Ayna nöronlar, mesela bir golf sopasını sallamak gibi karmaşık eylemleri, sadece bir başkasının onları yapışını seyrederek öğrenmemizi sağlar. Aynı zamanda duyguları da iletirler ki, bir boksör yumruk yediği zaman olduğumuz yere sinmemizin nedeni de budur; ayna nöronlarımız bize o yumruğu yediğimiz hissini verir.
Bilim adamları bizi diğer hayvanlardan ayıran şeyin beynimizdeki ayna nöronların sayısı olduğuna inanıyor; bazı şeyleri öğrenmemiz onlar aracılığıyla mümkün oluyor. Alet kullanmak, konuşulanları analamak... Ve empati duymak.
"İnsanlar söylediklerinizi ya da yaptıklarınızı unutur, ama onlara neler hissettirdiğinizi asla unutmaz"
Maya ANGELOU



Kişi istediğini yapabilir; ama ne isteyeceğini isteyemez.
Schopenhauer




Hepimiz dünyayı gerçekte olduğu gibi değil, kendi önyargılı algılarımız vasıtasıyla gözlemleriz. Dolayısıyla, gerçekten bilebileceğiniz tek şey kendinizsiniz.




Hangisi önce gelir? Önce korku hissederiz ve bedenimiz sonra mı tepki gösterir? Yoksa, bedenimiz harici uyarılara verdiği yanıtı beynimiz korku olarak mı yorumlar?
Duyularla ilgili iki teori var. 1884'de öne sürülen birincisi, beynin bir kaç ya da dövüş tepkisi tetiklediğini ve sonra da bunun neden olduğu fiziksel tepkiyi korku hissine dönüştürdüğünü ileri süren James Lange Teorisidir. Bir başka deyişle, kalp atışlarımızın hızlanması, gözbebeklerimizin büyümesi, vesaire nedeniyle korku duyarız. Bu teori 1929'da alt beynin duygu üreten bilgileri alıp, sonra bunları aynı anda hem yorumlanmaları için üst kortekse, hem de fiziksel tepki için OSS'ye gönderdiğini ileri süren Cannon-Bard Teorisi tarafından çürütüldü. Başka deyişle, korktuğumuz için kalp atışlarımız hızlanır, gözbebeklerimiz büyür. Tıp dünyası hangi teorinin doğru olduğuna henüz karar vermiş değil, ama çoğunluk Cannon-Baird Teorisini destekliyor.



Nerden geldiğinizi bilmeden nereye gideceğinizi bilemezsiniz.



Ya espiriye katıl ya espirinin konusu ol.



Duyguların çalışması = Kan b-b basıncı, bağırsaklardaki şişkinlik, cilt ısısı, ışık, cinsel uyarı, vesaire hakkındaki bilgiler beyine iletilir. Hipotalamus bu bilgileri açlık, susama, zevk, acı, cinsel doyum, öfke ya da saldırganlık gibi duygulara çevirir. Sonra da bedenin geri kalanına otonom sinir sistemi yoluyla komutlar gönderir.
Otonom sinir sistemi (oss) üç kısımdan oluşur: Sempatik, parasempatik ve enterik.
Sempatik sistem vücudu tehlikeye karşı hazırlayan kaç ya da dövüş refleksini harekete geçirir. Gözbebeklerini büyültür, göz kapaklarını açar, ter bezlerini uyarır; kan dolaşımını arttırmak için büyük kaslardaki kan damarlarını açar, kan basıncını yükseltmek için öteki damarları büzer, kalp atışını hızlandırır; akciğerlerdeki bronkiyal tüpleri açar ve sindirimsel salgıları durdurur. Aynı zamanda epinefrin salgılamaları için adrenal bezlerini tetikler.
Parasempatik sistemse tam tersini yapar. Gözbebeklerini küçültür, tükürük bezlerini tetikler, mide salgılarını uyarır, bağırsakları harekete geçirir, bronkiyal tüpleri büzer ve kalp atışını yavaşlatır.
Enterik sinir sistemi; mide faaliyetlerini düzenler.



Ying ve yang: Çin felsefesinde, insanların doğadaki olayları
algılayışlarında karşılaştıkları ve evrendeki her devingen nesnede
bulunduğuna inanılan doğal karşıtların genel tanımlamaları.
Edilgeni, karanlığı, dişili, olumsuzu ve tüketimi betimleyen Yin
geceye, etkeni, aydınlığı, erili, olumluyu ve üretimi belirten Yang
ise gündüze karşılık gelir. Sürekli bir mücadele içinde olan yin ve
yang birlikte bütünü yaratırlar.



Deneyciliğin geçmişi eski Yunana kadar gider. Ancak deneyciliğin babası olarak kabul edilen kişi ingiliz filozof Jhon Locke'dir. 1689 yılında yazdığı İnsan Anlayışı Üzerine Bir Deneme'de bilginin sadece a posteriori, yani deneyim sonrası elde edebileceğini söylemiştir. İnsan zihninin bir tabula rasa, yani 'boş sayfa' olarak başladığını ve kişisel deneyimlerle doldurulduğunu iddia eder.

Kaybedilenlerin ardından gelip dudakların biraz üstünde konaklayan bir damla gözyaşıdır hüzün. Bazen de hiç akmayacak gibi bir yerlerde saklanan ve sıradan bakışların uzanamayacağı ıslaklık...
Bazen sert ve ani bir isyandır hüzün, yaşanamayanlara. Bazen de yaşananların bıraktığı ayak izleridir.



Ağır bedeller ödemek zorunda kaldılar. Hayatı dolu dolu yaşarken, üzüldüler, ağladılar, acı çektiler, ezildiler; ama sevmekten vazgeçmediler asla...


Gözyaşların bile biraz aktı sen ağlamak zorunda kaldığında, içinde kopan kıyametlerin gözpınarlarından akıp gitmesine tahammül edemedin sen.


Başkalarına kıyamaz onlar, hele de sevdiklerine asla. Belki de bunun içindir, sevdiklerini korumaya çalışırken kendi hayatlarını yakmaları.



Bilmenin acı vereceğini, daha çok bilmek için kendilerini kamçılayacağını iyi bildikleri halde, vazgeçmezler öğrenmekten. Öğrendikçe acı çekerler ve acı çektikçe öğrenirler onlar.


Severken yürekli sevdin. Ancak ok kağıt üstünden kayıp gitti yazdığın aşk şiirleri de ne yazık ki... Yanlış, korkak yüreklerde yer aradın sevgine.



Yeni başlangıçlar için bir şeyleri geride bırakmak gerekir.



Arasaydım eğer; ben, ben olmayacaktım ve sen geri döndüğünde ben olmayan benle karşılaşacaktın arasaydım eğer, sevgili...



Geçmiş asla geçmişte kalmaz.



Acı ona zamanın büyüklüğünü, zaman da acının bir gün eski şiddetini kaybederek katlanır hale geleceğini öğretmişti.


Acı, bir gün her şeyini kaybedebileceğini öğretmişti ona umutlarını ise asla kaybetmemesi gerektiğini.
İnsan sevdiği için sever, aşık olmanın hiçbir gerekçesi yoktur.



Seni seviyorum, çünkü bütün evren sana ulaşmam için iş birliği yaptı.



Dünya gerçeklerine oldukları gibi değilde
olmalarını istediğim gibi bakıyorum.



Düşümü gerçekleştirmekten korkuyorum, çünkü o zaman yaşamak için hiçbir sebebim olmayacak.



Haindir develer en küçük bir yorgunluk belirtisi göstermeden binlerce fersah yol alırlar. Ve sonra birden diz üstü çöküp ölürler. Oysa atlar yavaş yavaş yorulurlar. Sen onlardan ne isteyebileceğini ve ne zaman öleceklerini bilirsin.



Kötülük, insan ağzından giren şeyde değildir. Kötülük ordan çıkandadır.



Her gün yaşamak ya da ölmek içindir.



Gözümüzün önünde büyük hazineler olduğu zaman asla göremeyiz onları.
Peki, neden bilir misin?
Çünkü insanlar hazinelere inanmazlar.



En karanlık an, şafak sökmeden önceki andır.



Hayat yaşamak olduğumuz andan ibarettir.



Bütün dünyayı kucaklayamayacak kadar küçük biri olduğum için, sahip olduğum az bir şeyi her zaman korumaya çalışırım.



Bir şeyi gerçekleştirmek istersen onu gerçekleştirmen için bütün evren işbirliği yapar.



Biraz şikayet edecek olursam, bu yalnızca benim bir insan yüreği olmamdandır ve insanların yürekleri böyle olur. Ulaşılmaya layık olmadıklarını ya da ulaşamayacaklarını sandıkları için en büyük düşlerini gerçekleştirmekten korkarlar. Dirilmemek üzere sona ermiş aşklar, olağanüstü olabilecek ama olmayan anlar, keşfedilmesi gereken, ama sonsuza kadar kumların altında kalan hazineler, daha aklımıza gelir gelmez bizler, yürekler hemen ölürüz. Çünkü böyle bir durumla karşılaşınca ölümcül acılar çekeriz.




Gözler Ruhun Gücünü Gösterir.




Sevdiğimiz zaman olduğumuzdan daha iyi olmak isteriz her zaman...



Bulduğun şey saf maddeden yapılmışsa
hiçbir zaman çürümeyecektir.



Belki de Tanrı, çölü, insanlar hurma ağaçlarını görünce sevinsin diye yarattı.



Bir şeye önem vermek başlangıçtan başka bir şey değildir.




MUTLULUĞUN GİZİ
Bir tüccar Mutluluğun Gizi'ni öğrenmesi için oğlunu insanların en bilgesinin yanına yollamış. Delikanlı bir çölde kırk gün yürüdükten sonra, sonunda bir tepenin üzerinde bulunan güzel bir şatoya varmış. Söz konusu bilge burada yaşıyormuş.
Bir ermişle karşılaşmayı bekleyen bizim kahraman, girdiği salonda hummalı bir manzarayla karşılaşmış: Tüccarlar girip çıkıyor, insanlar bir köşede sohbet ediyor, bir orkestra tatlı ezgiler çalıyormuş; dünyanın dört bir yanından gelmiş lezzetli yiyeceklerle dolu bir masa da varmış. Bilge sarayda bu insanlarla konuşuyormuş ve bizim delikanlı kendi sırasının gelmesi için iki saat beklemek zorunda kalmış.
Delikanlının ziyaret nedenini açıklamasını dikkatle dinlemiş bilge, ama Mutluluğun Gizi'ni açıklayacak zamanı olmadığını söylemiş ona. Gidip sarayda dolaşmasını kendisini iki saat sonra görmeye gelmesini salık vermiş. "Ama, sizden bir ricada bulanacağım", diye eklemiş, delikanlının eline bir kaşık verip sonra bu kaşığa iki damla sıvıyağ koymuş. "Sarayı dolaşırken bu kaşığı elinizde tutacak ve yağı dökmeyeceksiniz." Delikanlı sarayın merdivenlerini inip-çıkmaya başlamış, gözünü kaşıktan ayırmıyormuş. İki saat sonra bilgenin huzuruna çıkmış. "Güzel, demiş bilge, peki yemek salonumda ki acem halılarını gördünüz mü? Bahçıvan Başı'nın yaratmak için on yıl çalıştığı bahçeyi gördünüz mü? Kütüphanedeki güzel parşömenleri fark ettiniz mi? Utanan delikanlı hiçbir şey görmediğini itiraf etmek zorunda kalmış. Çünkü bilgenin kendisine verdiği iki damla yağı dökmemeye çabalamış, başka bir şeye dikkat edememiş. "Öyleyse git, evrenimin harikalarını tanı", demiş ona bilge, "oturduğu evi tanımadan bir insana güvenemezsin." İçi rahatlayan delikanlı kaşığı alıp sarayı gezmeye çıkmış. Bu kez, duvarlara asılmış, tavanları süsleyen sanat yapıtlarına dikkat ediyormuş. Bahçeleri, çevredeki dağları, çiçeklerin güzelliğini, bulundukları yerlere yakışan sanat yapıtlarının zarafetini görmüş. Bilgenin yanına dönünce gördüklerini bütün ayrıntılarıyla anlatmış. "Peki sana emanet ettiğim iki damla yağ nerede?" diye sormuş bilge. Kaşığa bakan delikanlı, iki damla yağın dökülmüş olduğunu görmüş. "Peki", demiş bunun üzerine bilgeler bilgesi, "sana verebileceğim tek bir öğüt var:
Mutluluğun Gizi dünyanın bütün harikalarını görmektir, ama kaşıktaki iki damla yağı unutmadan.



İnsanlar resimlerin ve sözcüklerin büyüsüne kapılıp sonunda Evrenin Dilini unutur.



Öyle zamanlar vardır ki, insan hayat ırmağının akış yönünü değiştiremez.


Sevginin duvarlardan daha güçlü olduğunu söylediler. Tek umudum da bu. Öyleyse güçlü ama sevecen ellerinle yık bu duvarları. Sevecen ol çünkü içindeki çocuk çok duyarlıdır ve duvarların gereksiniminde büyümez. Öyleyse vazgeçme. Sana gereksinmem var.




Düşündüğümüz bildiğimizden çok daha az.
Sevdiğimiz bildiğimizden çok daha az.
Sevdiğimiz var olandan çok daha az
Böylece gerçekte olduğumuzdan çok daha az kendimiziz.




Duygusal aklımız sevginin gücüne inanmakta direniyor. Bize düşsel bir şey gibi geliyor. Sevgi; kendini kandırma, insan beynini uyuşturan bir şey, idealist bir düşünce ve bilimselliği olmayan bir düş, gibi yakıştırmalar yapıyoruz. Sevginin insan davranış ve kişiliğinin oluşumunda biyolojik, toplumsal, ahlaki ve zihinsel evrimleşme sürecinin yönlendirilmesi tarihsel olayların yönünün değişiminin ve toplumsal kültürün bilinçlenmesinde rol oynayan olumlu kuvvetler üzerindeki gücünü kanıtlamayı amaçlayan bütün korumalara ön yargımızla karşı çıkıyoruz.




Ancak hepimiz gizliden biraz deliyiz... Hepimiz aslında yalnızızdır ve anlaşılmak isteriz. Ama hiçbir zaman bir başkasını tümüyle anlayamayız ve hepimiz bizi çok seven kişilere bile bir parça uzak kalırız. Acımasız olanlar güçsüzlerdir; sevecenlik, yalnız güçlülerden beklenebilir. Korkuyu bilmeyenler gerçekte yürekli değildir. Çünkü yüreklilik düşünebilene karşı koyma gücüdür. İnsanları çocuk gibi görürseniz onları daha iyi anlayabilirsiniz. Ne denli yaşlı olursa olsunlar, çünkü çoğumuz hiçbir zaman büyümeyiz; yalnızca boyumuz uzar. Mutluluğa ancak beynimizi ve yüreğimizi gücümüz yettiğince eleştirdiğimizde ulaşabiliriz...
Yaşamanın amacı önemli olmaktır. Saygın olmak, bir şeyi savunmak boşuna yaşamamaktır.



Hiçbir şey gerçek değildir, hiçbir şey sürekli de değildir, her şey değişir.



Kendimizi uyarmalıyız: Çok çalışmadan ve ellerimizi kirletmeden hiçbir değişimi gerçekleştiremeyiz. Gelişimi ve kişilik oturma konusunda ezberleyecek hiçbir formul ya da kitap yoktur. Yalnızca şunları biliyorum: Yaşıyorum varım, buradayım, gelişiyorum. Yaşamımı başkaları değil kendim oluşturuyorum. Kendi kusurlarımı yanlışlarımım, suçlarımı açık yüreklilikle kabullenmeliyim. Yokluğumun acısını hiçkimse benim kadar duyamaz, ama yarın yeni bir gün ve yatağımdan çıkıp yeniden yaşamaya başlamaya karar vermeliyim. Başaramazsam sizi, yaşamı ya da Tanrı'yı suçlamanın kolaylığına sığınmamalıyım.





Anımsıyor musun yeni arabanı
Ödünç alıp çarptığım günü
Öldüreceğini sanmıştım beni öldürmedin oysa
Anımsıyor musun seni zorla sahile götürdüğüm
Yağmur yağacağını söylediğin ve yağdığı günü
"Söylemiştim sana" demeni bekledim, demedin oysa
Anımsıyor musun kıskandırmak için seni
Başka oğlanlarla oynaştığım ve senin kıskandığın günleri
Terk edeceğini sanmıştım terk etmedin oysa
Anımsıyor musun; çilekli pasta düşürüp
Arabanın paspasını irlettiğim günü
Tokatlayacağını sanmıştım beni, tokatlamadın oysa
Anımsıyor musun; dansın resmi giysili olduğu
Ve benim söylemeyi unuttuğum
Senin de kot pantolonla geldiğin günü
Bırakacağını sanmıştım beni, bırakmadın oysa
Evet yapmadığın çok şy vardı.
Ama dayandığın, sevdiğin, koruduğun beni
Çok şey vardı;
Benimde senin için yapmak istediğim
Vietnamdan döndüğünde
Dönmedin oysa...



Yüreğiniz kendi sessizliği içinde gecenin ve gündüzün gizlerini bilirler. Ama kulaklarınız, yüreğinizin bildiklerini duyabilmek için can atarlar.


Bitti diye sakın ağlama, oldu diye gül.



Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Büyük bir bakı siniyi andıran ay, ortalığı oldukça aydınlatıyordu. Otelin terasında üç kişi oturuyordu. Birisi yakışıklı bir delikanlı, öteki genç, güzel bir kız, üçüncüsü orta yaşlı bir kadın... İçeriye bir adam girdi. Kenar masalardan birine yerleşti. Sessizlik, can sıkıntısı halinde uzadıkça uzadı. Sonunda orta yaşlı kadın dayanamadı. Bir parti poker yapsak, dedi. Genç kızla delikanlı kabul ettiler. Kenarda oturan adam, bir şartla dedi. Ortaya çıkarılan paralar oyun bitinceye kadar masada kalacak. Oturdular.
Daha birinci elden başlayarak, delikanlı, gençkız, orta yaşlı kadın sırayla hep kazandılar. Dördüncü, her oyunda kaybediyordu. Onun yerinde kim olsa, hilebazlar arasına düştüğünden şüphelenirdi. Sonunda gün ağırırken kalkmaya karra verdiler. Orta yaşlı kadın, son eli dağıttı. Sürekli kaybeden adam, cebinden kocaman bir deste çıkarıp masaya koydu.
Adam bu son elde rest çekti. Üçüde gördük, dediler. Kağıtlar açıldı. En büyük el adamdaydı. Böylece hem kaybettiklerini almış hem de ötekilerinin paralarını kazanmıştı. Adam gülümseyerek, bunun böyle olacağını biliyordum, dedi. Kesinlikle biliyordum. Üçü bir ağızdan hayretle sordular: Kesinlikle biliyor muydunuz? Evet dedi, çünkü siz üçünüzde er geç kaybetmeye mahkumsunuz. Delikanlıyı gösterdi. Sizin adınız, aşk. Kıza gülümsedi, sizin adınız gençlik. Kadına döndü. Sizinki de, hayat. Kadın sordu peki sizin adınız ne? Benimki, dedi adam. Benimki, zaman...



Belki Tanrı senin diğer insanla karşılaşmadan önce yanlışlarla karşılaşmanı istiyordur ki, bu olduğunda şükredeceksin.



Bir kişiyi özlemenin en kötü şekli,
o kişi tarafından bırakılmak ve
bir daha onla olamayacağını bilmektir.



Aptallar her gün ölür, cesurlar bir kez.



Hayat, arzulamanın elde etmekten önemli olduğunu...
Tek gerçeğin yaşanılan an olduğunu...
Aynı pencereden bakmanın değil, o pencereden aynı şeyi görmenin önemli olduğunu...
Her şeyin ama her şeyin bir bedeli olduğunu...
Aşkın yaşanırsa biteceğini...
Birine aşık olduğunuzda, aslında aşık olduğunuz şeyin, ona yüklediğiniz anlam olduğunu...
Aşkın arzulamak ama kavuşamamak olduğunu...
Aşkı, menfaatlerin doyurduğunu...
Aşkın sevgiyle alakası olmadığını...
Dünyada bugüne kadar söylenmiş bütün "seni seviyorum" ların onda dokuzunun yalan olduğunu...
Aşkın bir nevi hastalık sayılması gerektiğini...
Aşkta kadınların acımasız olduğunu...
KAdınların aşkları için feda edemeyecekleri hiçbir şeyin olmadığını...
Aşk konusunda, herkesin mutlaka bir yerde yalan söylediğini...
Öğretiyor.



Erkekler kadınların daha zeki olduğunu bilirler ve çözemedikleri bu bilmece için kendilerine değil bilmeceye kusur bulurlar.



Silgi kullanmadan resim çizme sanatına hayat deniyor...










Tavlanın zamanla benzerliği,
Sene nasıl birse tavlada bir tanedir. Tavlanın içindeki karşılıklı 6'şar hane 12 ayı temsil eder. 15 açık ve 15 koyu renkli pul ayın 15 gece 15 gündüzünü temsil eder. Karşılıklı 12'şer hane günün 24 saatine karşılık gelir.
Eski zamanlarda Hint imparatoru, satranç oyununu Pers imparatoruna, yanında bir mektup ile hediye olarak göndermiş. Mektubunda oyunla ilgili hiçbir açıklama yapmazken şöyle bir mesaj yazmış "Kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa, o kazanır.
İşte hayat budur..."
Pers imparatoru çok alim olan baş veziri Büz ur Mehir ile bu mesajı paylaşarak, ondan oyunu çözmesi ve kendisinin de karşılık olarak Hint imparatoruna hediye edilmek üzere başka bir oyun icat etmesini ister. Vezir haftalarca çalıştıktan sonra gönderilen satrancın her taş hareketini ve genel olarak oyunu çözer, sonra da on günde tavlayı icat eder ve imparatora sunar.
Hint imparatoruna tavla oyunuyla birlikte gönderilmek üzere söyle bir mesaj hazırlarlar.
"Evet, kim daha çok düşünüyor, kim daha iyi biliyor, kim daha ileriyi görüyorsa, o kazanır.
AMA BIRAZ DA ŞANSTIR, İşte hayat budur... "


"Söz mü? Ne sözü?... Bir aşkı anın sonuna kadar yaşayabilmek içindir fısıldanan her şey ve daha önce başkasına verilmiş bir sözü bozmaktı sevişirken sana verilen sözler...
Gitme inan bana... Bu defa söz!"

Mehmet YAŞIN




Eskiden mendiller kağıttan değildi. O yüzden yıkasan bile gözyaşlarımızı saklardı ayrılıklarda...





Şimdi sen kalkıp gidiyorsun,
Git
Gözlerin durur mu onlarda gidiyordur,
Gitsinler
Oysa ben gözlerinsiz edemem bilirsin.
Cemal SÜREYYA



İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor. Sevilmekten korkuyor, kendini sevilmeye layık görmediği için. Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için. Konuşmaktan korkuyor, reddedilmekten korktuğu için. Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için. Unutulmaktan korkuyor, dünyaya bir şey vermediği için. Ve ölmekten korkuyor, aslında yaşamayı bilmediği için.
W. SHAKESPEARE



Zaman size gerçekleri görme fırsatı verir.
Bazen ne büyük bir aşk yaşadığınızı anlarsınız,
bazende kendinizi nasıl aldattığınızı,
bir hayal dünyasında yaşadığınızı...




"19 yy. büyük ingiliz ressamlarından William Holman Hunt'ın , bir bahçeyi anlatan kapı adlı tablosu Londra kraliyet akademisinde sergileniyor. Hunt'ın '' evrenin ışıgı'' adını verdigi bu tabloda, elinde bir fenerle geceleyin bahçede duran filozof görünüşlü bir adam var. Adam, tek eliyle bir kapıyı vuruyor ve içeriden sanki bir yanıt bekliyormuşcasına duruyor. Tabloyu inceleyen bir sanat eleştirmeni Hunt'a dönüyor: ''Güzel tablo dogrusu, ama anlamını bir türlü kavrayamadım. Adamın vurdugu kapı hiç açılmayacak mı? Ona kapı kolu çizmeyi unutmuşsunuz da... '' Hunt gülümsüyor: ''Adam sıradan bir kapıya vurmuyor ki..'' diyor ve tablosunun anlamını açıklıyor: ''Bu kapı, insan kalbini simgeliyor. Ancak içeriden açılabildigi için dışarıda kol olması gerekmiyor. O kapı size içeriden açılmamışsa giremezsiniz."




Bir zamanlar, bütün duyguların üzerinde yaşadığı bir ada varmış: Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve tüm diğerleri... Aşk dâhil. Bir gün, adanın batmak üzere olduğu duygulara haber verilmiş. Bunun üzerine hepsi adayı terk etmek için sandallarını hazırlamışlar. Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş, çünkü mümkün olan en son ana kadar beklemek istemiş. Ada neredeyse battığı zaman, Aşk yardım istemeye karar vermiş. Zenginlik, çok büyük bir teknenin içinde adanın önünden geçmekteymiş. Aşk, "Zenginlik, beni de yanına alır mısın ?" diye sormuş. Zenginlik, "Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın ve gümüş var, senin için yer yok" demiş. Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki Kibir’den yardım istemiş. "Kibir, lütfen bana yardım et " demiş. Kibir ise: “Sana yardım edemem, Aşk. Sırılsıklamsın ve yelkenlimi mahvedebilirsin." diye cevap vermiş. Aşk, yakınlardan geçmekte olan Üzüntü’den yardım istemiş: "Üzüntü seninle geleyim."demiş. Üzüntü ise: "Of, Aşk, o kadar üzgünüm ki, yalnız kalmaya ihtiyacım var." diye cevaplamış. Mutluluk da Aşk’ın yanından geçmiş; ama o kadar mutluymuş ki, Aşk’ın çağrısını duymamış. Aşk, birden bir ses duymuş. "Gel Aşk! Seni yanıma alacağım... Bak yanımda Bilgi de var." Aşk kendini o kadar şanslı ve mutlu hissetmiş ki, onu yanına alanın kim olduğunu öğrenmeyi akıl edememiş. Yeni bir kara parçasına vardıklarında inmişler, Aşk’a yardım eden yoluna devam etmiş. Kendisine yardım edene çok borçlu olduğunu fark eden Aşk, Bilgi’ye sormuş: "Bana yardım eden kimdi?" Bilgi: "O, Zamandı" diye cevap vermiş. "Zaman mı? Neden bana yardım etti ki?" diye sormuş Aşk. Bilgi gülümsemiş ve: “Çünkü sadece zaman, aşkın ne kadar büyük olduğunu anlayabilir.”



TABULARIM TAA BURALARIM
Başını omuzlarına çökmüş bir sonbahar
Omuzları dar
Sen üstüme hüzün sıçrattın
Hani çamur üretirdi yağmurlar

Hadi git bakalım
Bensiz kadar yolun var






BENDEN UZAKTA
Git içimden git
Gitmezsen dinmeyecek
Son sözüm bu olarak kalsın
Ağlamayacağım, ölmeyeceğim hatta umursamayacağım
Seni unutacağım demiyorum
Unuttum bile
Git içimden git
Nasıl geldiysen öylece
Git içimden git
Birdenbire


Ellerini de al
O da sol tarafımda bir yerlerde olacak
Dinlediğim şarkıları da senin için
Uyuyamadığım geceleri de
Seninle gördüklerimi
Hepsini al
Götür benden götürebildiğince
Bilmiyorum sorma bütün cevaplar zor

Git içimden dışımdan her yerimden
Ağlamayacağım, ölmeyeceğim hatta umursamayacağım
Git içimden git artık
Bir yalan daha söyleyemeyeceğim



OLDU İŞTE
Biz de geçmiş olduk
bir aşk'ın daha üstünü örtüp
gözkapaklarını ellerimizle kapattık
Biz de güzel günleri
bittikten sonra anladık
Artık,
yokluğumuzla yaşayıp,
Birbirimizin adını duyduğumuzda
önümüze bakıp
vicdanımızı kanatacağız.
Artık biz...
Siz'li Biz'li olacağız!



İLAÇ
Ne yani?
Gidiyor musun gerçekten?
Git... Ben seni giderken de severim
Fakat anlatamam bu insanlara
Yüreğinin güzel olduğunu
Duymaz mısın nefretleri
Ağlamaz mısın mesela;
Sabahlara kadar iyileş diye başında durduğumu
ilaç kutularına bakıp hatırladığında


PAMUK HELVA
O kadar kızgınım ki sana
büyümeseydik çok isterdim küsmeyi
dudaklarımı büzüp
kaşlarımı çatarak bakmak isterdim şimdi sana
ama maalesef büyükce kırılıyoruz
ve pembe renkli pamuk helva şekerler
mutlu etmiyor artık bizi




SVGLM
Çatık kaşlı bakmazdım hayata bilirsin
Bilmekten öteye sen ben gibiydin
Yokluğunda kahkaham duyulur diye utancımdan
Bir kez bile içten gülmedim
İçi sen iyi bilirsin...
Çok başka bi adamım artık
Susuyorum mesela en konuştuğum cümlelerde
Elimdeki yaşama çizgilerini sildim avuçlarımdan
Çok sessizim
İsmini söylendiğimde duyup da üzülürüm diye
Sesli harfleri çıkardım hayatımdan



(Olmaz ya kimbilir belki yüreğin takip ediyordur beni...)
Kendi alevlerinde yanmaya hazır olmalısın; önce kül olmadan kendini nasıl yenileyebilirsin?




Yaşadığımız şeyleri biz icat ederiz. Dolayısıyla icat ettiğimiz şeyi yok edebiliriz.




Anlamak affetmek demektir...





Hepimiz bazen birileriyle o kadar yakınlaşırız ki dostluğumuzu ya da kardeşliğimizi hiçbir şey engellemiyoruş gibi görünür; bizi ayıran küçücük bir köprü vardır o kadar... Ama tam sen bu köprüye adım atacakken sana şu soruyu sorsam: "Bu köprüyü geçip bana gelir misin?" İşte o anda artık bunu istemeyiverirsin, sorumu tekrarlarsam öylece suskun kalırsın. O andan itibaren aramızda dağlar ve azgın nehirler girer, bizi ayıran ve birbirimize yabancılaştıran duvarlar bitiverir önümüzde ve bir araya gelmek istesekte artık yapamayız. O küçücük köprüyü düşündüğünde, sözcüklere sığmayacak kadar büyüyüverir gözünde; yutkunur ve şaşar kalırsın.




Mezar taşları ne işitir ne de görür bir şeyi. Yine de hıçkırır hafiften 'unutma beni unutma beni'.


Ben varken ölüm yok
Ölüm varken ben yokum



GERÇEĞİN NE KADARINA DAYANABİLİRSİN?



Ölümün son iyiliği bir daha hiç ölmeyecek olmak!



Evliliğini kurtarmanın tek yolu; onu bitirebilme gücüne sahip olmaktır.



Beni öldürmeyen şey beni güçlendirir.



Derinlere in, sonunda sevdiğinin o olmadığını göreceksin:
Sen bu sevginin içinde yarattığı duyguları seviyorsun!
Sen arzuyu seviyorsun, arzu edilen şeyi değil!


Kendi kurallarına uymayan insanlar başkaları tarafıdan yönetilmeye mahkumdur.
Biz, bir Türk bestesini dinlediğimiz zaman, ondan, geçmişin yarına bırakması lazım gelen hikayesini, kalbimize giren oklar gibi duymak isteriz. Acı olsun, tatlı olsun biz bir beste dinlerken farkında olmaksızın hislerimizin inceldiğini duymak isteriz.
ATATÜRK




İlk kriz bir kasım günü gelmişti. İlk ateş de bir kasım günü geldi. Tıpkı son sancının bir kasım sabahı geleceği gibi...
Computer Blogs - Blog Catalog Blog Directory BlogKüme'yi destekliyorum