ŞEMSİYE
Tozlu bir şemsiye durur
Çatı katındaki odanın
Kuytu bir köşesinde
Kumaşındaki eski yağmurların
Hüzünlü kokusuyla

Anımsar mısın bilmem
Yağmurun bardaktan
Boşanırcasına yağdığı o günü
Hani şemsiyeyi iyice çekip başımıza
Dudaklarımla hesaplamıştım
Yüz ölçümünü

Nicedir sokağa çıkarmıyorum
Şemsiyeyi
Korkuyorum çünkü
Kapısı açık kafesinden
Uçan bir kanarya gibi
Beni ikinci kez terk etmenden

Yanıt alamayacağımı bilsem bile
Yanına gidip
Sorarım hergün şemsiyeye
Altında elele
Nasıl görünürdük diye
Sunay AKIN



"Her yıl 365 gündür; şubatın 29 çektiği bir yıla rastlamazsak, iki yıl 730 eder. Birden gülümsüyorum. 730 günle 731 arasında ne fark var? Hayır, aynı şey değil fazladan birgün. 24'er saatlik 730 gün çok daha uzun. Kaç saat eder hepsi acaba? Kafamsa bunu hesaplayabilirmiyim? Nasıl yapmalı imkansız gibi geliyor.Yok canım, neden hesaplanmasın. Evet, yapılabilir bu hesap. Bir bakalım. Yüz gün, iki bin dört yüz saat eder. Yediyle çarptın mı, gayet kolay, on altı bin sekiz yüz saat ediyor ve yirmi dört saatlik otuz gün artıyor ki o da yediyüz yirmi saat. Toplam on altı bin sekizyüz, artı yedi yüz yirmi..."



Bir, iki, üç, dört, beş, dönüş.
Bir, iki, üç, dört, beş, dönüş:
"Yürüyorum, durmak yorulmak bilmeden, hırsla yürüyorum, genellikle gevşek olan bacaklarım bugün gergin. Başıma gelenlerden sonra, sanki birşey ezmek ister gibiyim. Ayaklarımla neyi ezebilirim ki? Altımda betondan başka şey yok. Hayır, böyle yürümekle pek çok şeyi ezebiliyorum. Yönetime hoş görünmek için bu kadar alçalabilen doktorun ödlekliğini eziyorum. Başka bir sınıfın acı ve sıkıntılarına kayıtsız kalan bir sınıf insanın kayıtsızlığını eziyorum...
Kim bilir daha neler eziyorum ayaklarımın altında? Ama bütün bu olup bitenlerden sonra herhalde eskisi gibi yürümüyor, her adımda bir şeyler çiğniyorum. Bir, iki, üç, dört, beş... Ve saatler... ağır ağır akıp geçerken, yorgunluk sessiz isyanımı bastırıyor."
Çevresinde olup bitenlerin pek farkında değildi. Karşı fakültenin en gözde erkeğinin kendisini seçtiğini kesinlikle algılayamamıştı mesela. gerçi, bıraksalar genç kız belki de hiç anlamayacaktıı ama bırakmamışlardı. Arkadaşları "Delirmişsin sen!" diyorlardı. "Bu çocuğa "Hayır" denir mi hiç! Seninki de şımarıklık artık!"

Telkinde bulunuyorlardı sürekli. Genç kızı ikna etmek için yanıp tutuşuyorlardı adeta! "Kimin velihatı biliyor musun sen" diye soruyor; İzmir'in yarısının babasının adına tapulu olduğunu,üniversitedeki her iki kızdan birinin genç adamın aşkıyla ölüp bittiğini anlatıyorlardı. Anlayana kadar anlatıyorlardı!

Genç adamda boş durmuyor , genç kıza her gün mektup gönderiyordu. Hemde istisnasız, her gün! Adresini nasıl bulmuştu bilmiyordu. Üstelik üniversite de ikide bir karşısına çıkıp canını sıkmaktansa böyle romantik bir yol seçişi, genç kızın aklını karıştırmıştı.

Görüşmeye başladıklarındaysa aklı daha da karışmıştı: Kendisine prenses payesi biçilmiş, dünyanın bütün olanakları önüne serilmişti adeta. Açılmaz sanılan kapılar açılıyor, ancak filmlerde olur denen şeyler olup bitiyordu. Ve o mektuplar bir gün bile aksamıyordu.

Olmuştu işte; önce arkadaşları, sonrada genç adamın kendisi, o genç adamdan bambaşka bir sevgili yaratmayı başarmışlardı sonunda! Göz göre göre hem de. Çünkü genç adam, genç kızın etkileneceği biri değildi aslında. Ne tarz ne de fizik olarak.

Yine de genç kız kendisini kaptırdığını söyleyemezdi. Üzerine bu kadar düşülmesi yaralarını sarıyordu doğrusu ama oturup da deliler gibi genç adamı düşündüğü yoktu. Hem bundan da başka türlü zevk alıyordu. Acı çekmekten korkuyordu çünkü.

Fakat sonra, topu topu birkaç kez görüşmüşlerken, o çok alıştığı mektuplar tak diye kesiliverdi. Nedense genç kızın içi cız etti ama bozuntuya vermedi hemen. Bekledi.

"Çocuğu yıktım geçtim, hayatını sorgulayıp kendisiyle hesaplaşıyor ve bu yüzden de benden nefret ediyor." diyedüşündü. İlgi beklediğine inandırdı kendini. Ama zaman geçtikçe umudu azalmaya başladı ve mektupsuz geçen üçüncü günün sonunda dayanamayıp sordu, "Ne oldu?" diye. Genç adam hiçte inandırıcı olmayan bissürü şey sıraladı, "Hiç unutur muyum seni!"dedi.
Buna rağmen mektupların sayısı önce beş günde bire, sonra haftada bire, en sonunda da on günde bire düştü. Genç kız "Bitti mi yani? Bu kadar mıydı? Ben bu kadar değersiz miyim?" diye düşünmeye başladı. kendinden kuşkulandı. Sanki düzelmez bir hatası vardı da bir tek kendisi bilmiyordu bunu. Böyle hissetti. Yazgısının terk edilmek olmasından korktu. Aşağıladıkça aşağıladı kendini. Hem de umursamadığı, farkına bile varmadığı bir delikanlı uğruna!

İşte tam o sırada arkadaşları yeniden devreye girdiler. "Zaten var ya, çok saçma bir şeydi! Sen bu yaşadığını bir deneyim olarak kabul etmelisin,"dediler. "Hem onun seni anlayabilmesi mümkün mü? Baba parasıyla caka satan züppenin teki sonuçta. Ayrıca ortada kaybeden biri varsa sen değilsin ki, o!"













BENCE SEN DE ŞİMDİ HERKES GİBİSİN
Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor.
Onlardan kalbime sevda geçmiyor.
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor.
Çünkü bence şimdi herkes gibisin.

Yolunu beklerken daha dün gece.
Kaçıyorum bugün senden gizlice.
Kalbime baktım da işte iyice.
Anladım ki sen de herkes gibisin.
Büsbütün unuttum seni eminim.
Maziye karıştı şimdi yeminim.
Kalbimde senin için yok bile kinim.
Bence sen de şimdi herkes gibisin.
Nazım Hikmet RAN
Computer Blogs - Blog Catalog Blog Directory BlogKüme'yi destekliyorum