Aşk'ın hiçbir tanımlanmaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır aşk.
Ya tam ortasındasındır, merkezinde,
ya da dışındasındır, hasretinde...



Her ne kadar bazıları aksini iddia etse de, aşk dediğin bugün var yarın yok cici bir histen ibaret değildir.





Bir taş nehre düşmeyegörsün, pek anlaşılmaz etkisi. Hafiften aralanır, dalgalanır suyun yüzeyi. Belli belirsiz bir tıp sesi çıkar; duyulmaz bile akıntının ortasında, kaybolur uğultuda. Hepi topu budur olduğu olacağı.

Ama bir de göle düşsün aynı taş... Etkisi çok daha kalıcı ve sarsıcı olur. O taş var ya o taş, durgun suları savurur. Taşın suya değdiği yerde evvela bir halka peyda olur; halka tomurcuklanır, o tomurcuk çiçeklenir, açar da açar, katmerlenir. Göz açıp kapayıncaya kadar , ufacık bir taş ne işler açar başa. Tüm yüzeye yayılır aksi, bir bakmışsın ki her yeri kaplamış. Çemberler çemberleri doğrur, ta ki en son çember de kıyıya vurup yok oluncaya dek.

Nehir alışkındır karmaşaya, deli dolu akışa. Zaten çağlamak için bahane arar ya, hızlı yaşar, çabuk taşar. Atılan taşı içine alır; benimser, sindirir ve sonra da unutur kolaylıkla. Karışıklık onun doğasında var, ne de olsa. Ha bir eksik ha bir fazla.

Gel gelelim göl hazır değildir böyle aniden dalgalanmaya. Tek bir taş bile yeter onu altüst etmeye, ta dibinden sarsmaya. Göl taşla buluştuktan sonra bir daha asla eskisi gibi olmaz, olamaz.





Bloxoo da günün bloğu oldum.. Sonunda:))
mehbupcum haber vermiş sağolsun. Günün bloğu olmanın güzelliği ayrı bir yana bunu seni takip eden arkadaşlarından öğrenmek de ayrı bir mutluluk.
Tek üzüldüğüm yanı blogumun resmninin güncellenememiş olması ama o kadarcıkta olsun artık:))
Kutlayan, takip eden herkese çook teşekkürler.
Bir de zuzucuğuma beni blog açmaya zorladığı, ikna ettiği için...




















BELKİ
Herkesin uyuduğu saatte uyuyamadım bile
Uyku tutmadı.
Yüzüme sürdüğün elin...sıcaklığı hala duruyor yanağımda desem,
Durmaz!
Çok gözyaşı aktı üstüne
O ellerin üşüdü mü bensiz desem, Üşümez!
Kim bilir kimi ısıtır yine?
Ne acı bu hayat
Bana kalsaydı sıcaklığın...?
Başka biri ısıtsa desem,
Belki! ! ! ! unuturum seni.
Herhangi biri, herhangi bir yer olsa,
Belki! ! ! uyuturum beni OLMUYOR, OLMADI! !
Kaçtığım kadar yakalandım
BU GECE YİNE UYKU TUTMADI...

Ceyhun Yılmaz


Besbelli değişiyordu... Var olan şeyler aynı kalsada, senin gördüğün başkalaşabiliyordu.


Bazen mantıklı olmak
dünyadaki en mantıksız şeydir.





Sevdiğin birinden ayrılınca zamanla acın geçer derler ya, o yalan. Bazen geçmiyor, bir gram bile azalmıyor, ilk gününde nasılsa öyle kalıyor. Kocaman bir delik kalbinin orta yerinde duruyor ve sen onunla yaşayıp gidiyorsun...



Sorun doğru insanı bulmak değil,
Aynı zamanda da onun içinde doğru insan olmaktı.



Her şeye baştan başlamak için çok geçti,
Ve insanı yaşlı yapan da buydu.



Ne konuşacaklarını biliyordu, neler söyleyeceğini tahmin etmek için alim olmaya gerek yoktu. "Affet, çok pişman, perişan oldu, hata yaptığını biliyor, seni çok seviyor." Aldatılan herkesin ezbere bildiği kalıplardı bunlar, ha bide şu vardı: Herkes ikinci bir şansı hak eder.
.....
Bir şey değişmeyecekti ki. O artık o gibi gelmiyor, başkası oldu sanki. Üstelik ona ikinci bir şans vermektense, başka birine ilk şansı vermeyi tercih ederim!



Ayrılıklarla baş edilebilirdi.
Ama anılar başa bela oluyordu.



İnsanın beklenmedik bir şekilde kendisiyle karşılaşması,
Karanlıkta bir yabancıyla karşılaşmasından daha ürkütücüydü.



"Ah kelimeler... Ve onlara inanmanın saadeti..."



Çocukken dünya kocaman bir oyun bahçesiydi ve senindi. Bilinmezdi, heyecanlıydı ve hayal kurabildiğin ölçüde sana aitti. Geleceği bilmiyordun ama onu gönlünce şekillendirebileceğine inancın vardı. Her şey ama her şey bir ihtimaldi. Dünyayı güzel kılan bu ihtimallerdi. Her filmde yeni biri olabilirdin, her kitapta başka bir ömür sürebilirdin. Zengin, ünlü, astronot, veteriner, doktor, mutlu, prenses, başbakan, gizli ajan, ressam, rock yıldızı, futbolcu, hiçbiri imkansız ya da uzak değildi.
Yaşlanmak ise ihtimallerin azalmasıydı. Sahip olamayacağını bilerek bakmaktı etrafa, geçmiş olsun demekti. Asla o kitaptaki adam ya da kadın olamazdın artık. "Sınırlı mutluluklar dönemine hoşş geldiniz" yazan görünmez bir tabelanın altından geçerdin! "Gerçekler dünyasına hoş geldiniz! Yetinmeyi öğrendiniz mi, öğrenmeniz gereken tek şeyi?"

Yazdım...
Bitti!

Öğlen saatleriydi.
Restoran denize bakıyordu.
Kim bilir kaç yıldır, bıkıp usanmadan denize bakıyordu.
Bir insan, o restoran gibi, öyle uzun uzun bakabilir mi denize? Delirmeden?
Masadaki kadın az sonra öyle bakacaktı işte denize.

O gün kadının deliler dibi denize baktığı o gün, bir yemeğin nasıl piç edilebileceğini ve bir insanın hayal kırıklığından nasıl böyle kaskatı kesilebileceğini gözlerimle gördüm.

Bir kere, pirzolanın yanına şarap söylemişlerdi. Ayrılmamak üzere buluşmadıkları belliydi. Evet, bazen ayrılıklarada eşlik edebilir şarap ama bu öyle değildi. Yemeğin sonunda hayal kırıklığını arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktı.

Kadın iyi giyinmişti. Sonradan bana en çok dokunanlardan biri bu oldu. O acıklı şarap şişesinden bile daha çok dokundu. "Hiç beklemiyordu heralde," diye düşündüm. Ama sonra daha çok düşündüm ve "Yok, hayır," dedim, "Beklememkten daha acıklı bir şey vardı giyiminde kuşamında. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunun farkındaydı ama halledebileceklerini düşünüyordu. Bu inançla giyinmişti öyle. Harcanacağının farkında değildi. Sevildiğini sanıyordu daha."

Sonra o an geldi. Her şeyi şaşırtıcı bir berraklıkla işitip kaçacak delik aradığım an.
Bakmıyordum artık. Başımı önüme eğmiş, tabağımdaki yeşilliklerle oyalanıyordum. Ama beceremiyordum. O kadar felç edici bir çekimdi. Hatta neredeyse bakmadan görüyordum. Biliyordum, bir şekilde gördüm kadının pes edercesine arkasına yaslandığını.
"Ne istiyorsun?" diye sordu.
"Ayrılmak istiyorum," diye yanıtladı Adam.
Kadın da "Git o zaman," dedi.
Böyle dedi ve yüzünü denize döndü. Bir daha asla ama asla bakmadı Adam'a. Yüzünü denizden bir kere bile çevirmedi.

Hemen ardından öyle sert bir sahne çıkıp geldi ki, hiç evirip çevirmeden, dümdüz söylenmeli: Adam önündeki pirzolaları tek tek sıyırıp kemikleri tabağına dizdi.
Kadın'a "Paran var mı? Hesabı ödeyebilecek misin?" diye sordu ayağa kalkıp.
Kadın yanıtlamadı.
Hayır, yüzünü bile çevirmedi denizden.

Adam gittikten sonra Kadın'ın artık yüzünü çevirip toparlanacağını sandım.
Hayır, kadın adam gittikten sonra da çevirmedi yüzünü.
Garsonlarla bile hiç konuşmadı.
Garsonlar anladı ve onlar da Kadın'la konuşmadı. Hiç konuşmadan kağıt peçeteler bıraktılar önüne. Şarabını yenilediler.
Kadın tam bir saat boyunca denize baktı ve ağladı.
O bir saatin sonunda çok kısa bir telefon görüşmesi yaptı.
"Gelin beni alın," dedi.
Duydum.
On beş dakika içinde birileri geldi.
Bir kadınla bir adam.
Kadın onlarla da konuşmadı.
Ben sandım ki, masadaki öteberisini, çantasını felan gelenler toplar.
Ama öyle olmadı.
Kadın her şeyini kendisi koydu çantasına.
Trençkotunu giyip belini bağladı, aynı kararlılıkla. En sonunda da güneş gözlüğünü çıkarıp taktı.
Hazırlandı yani. Hazırlanarak çıktı o mekandan.
Ve bütün bunları anlatılmaması gereken bir kederle yaptı.

O gün, o uğultu kendi seslerine ayrışana kadar, neredeyse bir buyrukmuşcasına, ben de denize baktım.
Denize bakarken, denize öyle bakınca, insanın her şeyi geride bıraktığı hissine kapıldım.
Kadın bence o gün denize baktı baktı ve hikayesiyle birlikte her şeyini birden geride bıraktı...

Computer Blogs - Blog Catalog Blog Directory BlogKüme'yi destekliyorum